13 Şubat 2010 Cumartesi

Alamut - Wladimir BARTOL

ALAMUT / FEDAILERIN KALESI - WLADIMIR BARTOL

Büyük Daî’ler Hasanla beraber sessizce kulenin tepesine çıktılar. Terasa çıktıkları anda gözleri yıldızların ışığını bile gölgede bırakacak güzellikte bir ışık huzmesine takıldı. Hasanla beraber balkonun korkuluklarına yaklaştılar ve aşağı baktılar. Her üç köşk de birer ışık deryasına dönmüştü. İçten ve dıştan aydınlatılmış sırça duyarlar, içeride olan her şeyi, her hareketi, biraz daha. küçük ölçülerde dışarı yansıtıyordu. “Gerçekten de sen eşi benzeri bulunmaz bir insansın” dedi Ebu Ali hayranlıkla. “Bize birbiri ardına sürprizler yaşatacağına söz vermiştin. Sözünü tuttuğunu görüyorum!” “Evet, bir efsane gerçek oldu” diye homurdandı Buzruk Ümid. İçine düştüğü derin şaşkınlıktan sıyrılamamıştı henüz. “Yeteneklerinin kudreti, içimizde taşımış olabileceğimiz tüm gizli düşüncelerden sıyrılmaya itiyor bizi.”

“Sabırlı olun. Beni vaktinden önce takdir etmeyin” diye gülümsedi Hasan tevazu göstererek. “Kahramanlarımız uyumaya devam ediyorlar. Henüz hiçbir uyanma belirtisi göstermediler. Biraz bekleyelim ve neler olacağını görelim: Bakalım yapmak istediklerimizi başarmış mıyız!”

Onlara hangi bahçede hangi fedaînin misafir edildiğini anlatmaya başladı.
“Böyle bir planın aklına gelmiş olmasına” diye hayret etti Ebu Ali, “hâlâ bir türlü akıl sır erdiremiyorum! Sadece bunun doğaüstü bir gücün verdiği ilham olduğunu tahmin edebiliyorum. Eğer bu ilham Allah’tan değilse tanıdık başka bir ruhtandır mutlaka!”

“Allah olmadığı kesin” dedi Hasan gülerek. “Fakat belki de eski dostumuz Ömer Hayyam’dan…”

İki arkadaşına yirmi yıl önce Nişapur’a yaptığı ziyaretten bahsetti. Ve sair arkadaşının, kendisine, bu akşamki deneyi yapabilme fikrini nasıl verdiğini anlattı.

Ebu Ali hâlâ inanamıyordu:
“Bu gizli tertibatın planını bunca zamandır kafanda taşıdığını mı söylemek istiyorsun yoksal Nasıl oldu da çıldırmadın!”

“Şehit Ali’nin sakalı adına!” diye şaşkınlığını belirtti diğeri de. “Bu plân benim aklıma gelmiş olsaydı bir ay bile sabredemezdîm. Onu gerçekleştirmek için elimden gelen her şeyi yapar veya başarıya, ya da başarısızlığa ulaşana kadar bir an bile huzur bulamazdım.”

“Doğrusunu isterseniz, başarısızlığı engellemek İçin bir insanın elinden gelebilecek olan her şeyi yaptım” dedi. Hasan. “Böyle bir düşünce insanın kafasında ana karnındaki bir bebek gibi büyür ve gelişir. Önce çok küçüktür ve sadece bir yerlere tutunup gelişme arzusu vardır. Daha o zamanlar bile büyük bir kudrete sahiptir. Yavaş yavaş kendisini taşımakta olanı etkisi altına alır. İnsan bu durumda bu düşünceyi gerçekleştirmekten, bu harika varlığı gün ışığıyla tanıştırmaktan başka hiçbir şey düşünemez ve arzulayamaz. İçinde böylesine efsanevi bir hülya taşıyan birisi yan yarıya çıldırmıştır. Onun doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğunu düşünmez bile. Görünmeyen bir kuvvetin etkisi altında hareket eder artık. Sadece kendisinden daha güçlü bir kudretin maşası olduğunu bilmektedir. Ve bu kudretin cennetten mi yoksa cehennemden mi çıktığı onu hiç mi hiç ilgilendirmemektedir.

“Ve sen yirmi yıl boyunca, planını gerçekleştirmek için hiçbir adım atmadın mı! Sırrını hiç kimseye açmadın mı!”

Ebu Ali kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, Hasan’ın anlattıklarına bir türlü inanamıyordu. Hasan onun şaşkınlığına güldü. “Eğer planımı sana veya herhangi bîr arkadaşıma anlatsaydım, benim ya bir şakacı ya da bir deli olduğumu düşünürdünüz. Ama bu planı daha önce uygulamaya koymayı çok kere düşündüğümü inkâr edemem. Fakat her defasında vaktin henüz gelmediğini anlamakta gecikmedim. Çok şükür ki yoluma çıkan engeller beni asla düzeltemeyeceğim hatalar yapmaktan korudular. Hatta daha Ömer Hayyam bana bu fikri verir vermez uygulamaya geçirmek istedim. Ömer bana hemen baş vezire gitmemi ve gençliğinde verdiği sözü yerine getirmesini istememi salık vermişti. Nizam ül-Mülk, bana, umduğumdan daha da fazla yardımcı oldu. Sultana beni arkadaşı olarak takdim etti, böylece saraya kapağı atmayı becerdim. Baş vezirden daha hoşsohbet bir muhasip olduğumu elbette tahmin etmişsinizdir! Kısa sürede sultanla aramda bir yakınlık doğdu ve bana diğerlerinden farklı davranmaya başladı. Yavaş yavaş işleri yoluna koymaya başlıyordum. Planımı uygulama vaktinin geldiğini düşünüyordum. Tek beklediğim, sultanın beni önemli bir görev ile bir sefere yollamasıydı. Fakat o zamanlar çok saf olduğumu itiraf etmeliyim. Eski okul arkadaşımın kalbinde yeşeren kıskançlık tohumlarının farkına varamamıştım. Onunla rekabet etmek benim için çok normal bir şeydi, onun, bunu bir aşağılama olarak kabul edeceğini düşünmemiştim hiç. Günün birinde sultan, dev imparatorluğunun gelir ve giderlerine dair bir rapor hazırlanmasını istedi. Bütün verilerin toplanması için ne kadar zamana İhtiyaç duyduğunu sorunca, Nizam ül-Mülk en az iki yıla ihtiyaç duyacağını söyledi. ‘Ne! İki yıl mi!’ diye bağırdım. ‘Bana sadece kırk gün süre tanı, sana ülkenin tüm hesaplarını en ince detayına kadar gözlerinin önüne sereyim.” Okul arkadaşımın beti benzi attı ve tek kelime etmeden salonu terk etti. Sultan önerimi kabul etmişti. Nihayet yeteneklerimi sergileme imkânı bulduğum için çok mutluydum. Güvendiğim tüm adamlarımla beraber işe koyuldum. Yoğun bir çalışma sonucu, benim ve sultanın adamlarının da çabaları sayesinde, gerçekten de kırk gün sonra sultanın istediği raporu hazırlamaya muvaffak oldum. Bana tanınan süre dolduğu zaman kağıtlarımla beraber sultanın huzuruna çıktım. Fakat henüz birkaç sayfa okumaya kalmadan, kağıtlardaki rakamların kötü niyetli birisi tarafından değiştirildiğinin farkına vardım. Kekelemeye başlayarak, eksik ve hatalı yerleri ezberden okumaya çalıştım. Fakat sultan benim şaşkınlığımın farkına varmıştı. Son derece öfkelenmişti, dudakları titriyordu. Aniden; baş vezir konuşmaya başladı: ‘Bilge adamlar bu işin en az iki yıl gerektirdiğini hesapladılar. İki yıllık işi kırk günde yapabileceğini iddia eden bir palavracının elinden, karşında kekelemekten başka ne gelebilir ki!’ İçten içe şeytanca güldüğünü işitiyordum. Bu kötü oyunu bana oynayanın o olduğunu fark ettim. Fakat sultan şaka kaldıracak halde değildi. Son derece utanıyordum. Sarayı terk ederek alelacele Mısır’a gittim. Sultanın gözünde işe yaramaz bir palavracıdan başka bir şey değildim artık. O zamandan beri baş vezir intikam almamdan korktuğu için beni yok etmeye çalışıyor. Böylece planımı gerçekleştirme teşebbüslerimin ilki suya düşmüş oldu. Fakat üzgün değilim. Çünkü bunun bir erken doğum olacağını biliyorum artık.”

“Senin baş vezir ile olan kavganı daha önce de işitmiştim” dedi Ebu Ali yüksek sesle. “Fakat bu anlattıklarından sonra mesele bambaşka bir boyut kazandı. Artık Nizam ül-Mülk’ün İsmailîlere karşı beslediği derin nefretin sebeplerini daha iyi anlayabiliyorum.”

“Dinleyin daha bitmedi: Beni Mısır’da çok iyi karşılamışlardı. Halife Mostanzar Billah, muhafız başı meşhur Bedr el-Cemal’ı beni karşılaması için ta sınıra kadar yolladı. Kahire’de İsmailî davasının bir evliyası gibi karşılandım. Doğrusunu isterseniz bana gösterilen bu ilgi beni bile oldukça şaşırtmıştı. Fakat bir müddet sonra meselenin içyüzü ortaya çıktı. Halifenin iki oğlu daha babaları ölmeden miras ve taht kavgasına tutuşmuşlardı bile. Daha yaşlı olan Nasır babası gibi zayıf yapılının tekiydi. Kanunlar ondan yanaydı. Onu ve babasını kısa; sürede etki altına aldım. Fakat Bedr el-Cemal’in kararlılığına gereken önemi vermemiştim. Bedr halifenin küçük oğlu Amustamali’yi destekliyordu. Ondan daha ağır bastığımı fark ettiği anda beni tutuklattı. Halife korkmaya başlamıştı. İşin şakasının kalmadığını anladım. Mısır ve benim için beslediğim büyük hayalleri terk edip bir Frenk gemisine kapağı attım. Kaderim işte bu gemide belli oldu.

Açık denize çıktığım zaman, geminin Bedr el-Cemal’in söylediği gibi Suriye’ye doğru değil, aksine batıya, yani Afrika’nın herhangi bir yerine doğru yol almakta olduğunu fark ettim. Yoksa beni Kahire’ye bağlı bir limana mı götürüyorlardı! O zaman işim bitik demekti. Az sonra, oralarda sık sık görülen fırtınalardan biri koptu. Halife’nin bana gizlice birkaç kese altın vermiş olduğundan bahsetmiş miydim! Onlardan birini kaptana vererek geriye dönmesini ve beni Suriye’ye ait bir limanda karaya çıkarmasını rica ettim. Nasıl olsa, fırtınadan kaçtığını bahane edebilirdi rahatlıkla. Altının çekiciliğine karşı koyamadı. Fırtına gitgide şiddetleniyordu. Yolcular, hatta aralarındaki Frenkİer bile cesaretlerini kaybettiler. Yüksek sesle dua ederek ruhlarını tanrının koruyucu ellerine terk ediyorlardı. Bir tek ben sakindim. Bir köşeye çökerek bir yandan kurutulmuş hurma yiyor, diğer yandan da bu kadar ucuz kurtulduğuma seviniyordum. Sükûnetim diğerlerini şaşkınlığa uğratmıştı. Rotayı değiştirdiğimizi fark etmemişlerdi. Onlara tek bir cevap verdim: Allah bana Suriye’de bir yerde karaya çıkacağımızı ve yol boyunca başka bir sorunla karşılaşmayacağımızı bildirmişti. Bu ‘kehanet’ bir gece içinde gerçekleşti ve herkes beni büyük bir peygamber olarak görmeye başladı. Yolcuların tümü müridim olmak istiyorlardı. Bu beklenmedik başarıdan kendim bile ürkmüştüm. İmanın ne kadar büyük bir kudrete sahip olduğunu işte o zaman anladım. Tüm yapılması gereken diğer müminlerden daha fazla bilgili olmaktı. Sonra keramet göstermek bile çok kolay bir şeydi. Bir anda her şeyi kafamda açıkça görmeye başlamıştım. Planlarımı gerçekleştirmek, dünyayı tersine çevirmek için Arşimed’in de söylediği gibi bir tek sağlam dayanak noktasına ihtiyacım vardı. Artık bu dünya üzerinde hükümdarların teveccühüne, şan ve şöhretine ihtiyacım kalmamıştı. Sadece sağlam bir kale ve onu isteklerime göre değiştirmemi sağlayacak maddi imkânlar lazımdı bana. Baş vezir ve dünya hükümdarları önümde titreyeceklerdi artık!”

Gözlerinde garip bir tehdit ifadesi vardı. Ebu Ali’nin önünde vahşi bir hayvan gibi duruyordu – her an saldırmaya hazır bir canavar.

“Artık sağlam bir dayanağın var” dedi Ebu Ali yavaşça. Sesinde az da olsa bir korku seziliyordu.

“Evet!” dedi Hasan. “Gerçekten de var.”

Balkon korkuluklarından uzaklaşarak yerdeki yastıkların üzerine uzandı. İki arkadaşından da aynı şeyi yapmalarını rica etti. Soğuk mezeler ve testiler dolusu şarap kendilerini bekliyordu. Konuşmadan yediler.

“Düşmanları aldatmakta tereddüt etmem. Ama kendi dostlarıma aynı şeyi yapmak istemem doğrusu!” dedi Buzruk Ümid aniden. Bütün zaman boyunca susmuş, kendini toplamış ve içinden geçenleri söylemişti.

“Eğer seni doğru anladımsa İbni Sabbah” diye devam etti “tarikatımızın kudreti, bundan sonra, fedaîlerin körü körüne bağlılıkları üzerine yükselecek. Çünkü onlar en kararlı ve imanlı müritlerimiz! Tüm duygularımızı bir yana iterek, her dediğimizi gözlerini kırpmadan yerine getirmeye zorlayacağız. Sadece duyulmadık görülmedik bir sahtekârlık ile bunu başarabiliriz. Gerçekten de düşüncelerin mükemmel. Fakat bu düşünceleri gerçekleştirmek için kullandığın ‘aletler’ öyle sıradan aletler değiller: Onlar yaşayan insanlar, bizim dostlarımız!”

Hasan bu itirazı bekliyordu sanki. Sükûnetle konuşmaya başladı: “Fakat aslında tüm tarikatların kudretleri, taraftarlarının kendilerine körü körüne inanmalarına bağlıdır! İnsanlar idrak yetenekleri ölçüsünde bu dünyada bir yer edinirler. Onlara önderlik etmek isteyenler, yeteneklerinin çeşitliliğini göz önünde tutmak zorundadırlar. Bir zamanlar kitleler, peygamberlerden mucizeler gerçekleştirmelerini talep ediyorlardı. Peygamberler de itibarlarını korumak için istediklerini yapmak zorundaydılar. Bir grubun bilinç seviyesi ne kadar düşükse, onu harekete geçiren fanatiklik de o kadar büyüktür. Bu nedenle ben insanlığı iki gruba ayırıyorum. Bir tarafta ne ve nerede olduklarını bilen bir avuç insan; diğer tarafta da bunu bilmeyen kitleler. İlk grup önderlik etmekle, ikincisi de onları izlemekle görevlidir. İlki anne babanın, ikincisi de çocukların rolünü üstlenmiştir, ilki mutlak olana asla ulaşılamayacağını bilir, ikincisi de ona ulaşmayı arzular. İlkinin elinden, diğerlerinin ruhlarını masallar ve hayal mahsulleri ile doyurmaktan başka ne gelir ki! Yalan ve dolan! Bence bir sakıncası yok! Bunları insanlara acıdıkları için yapıyorlar. Gerçi bunun da bir önemi yok, çünkü önderler için çok açık ve net olan hedefler sıradan halk tarafından asla kavranamayacaktır. Yalan ve dolan ile iyi düşünülmüş bir müessese kurulacaksa neden olmasın! Size eski Yunan filozofu Empedokles örneğini vermek istiyorum. Daha sağlığında, öğrencileri, kendisini bir Tanrı olarak kabul etmeye başlamışlardı. Öleceğini hissettiği zaman kimseye haber vermeden bir yanardağın tepesine çıkarak, kendisini fokur fokur kaynayan kraterin içine attı. Bir zamanlar, kendisine inananlara bir kehanette bulunmuştu çünkü: Ölmek üzere iken bir mucize gerçekleşecek ve canlı vücudu yeryüzünden alınarak öbür dünyaya götürülecekti. Maalesef kraterin kenarında sandalının tekini düşürdü, bu onu ele verdi. Eğer o meşhur sandal bulunmamış olsaydı, dünya, ‘Tanrı Empedokies’in’ ilâhi arştan kendilerini gözetlediğine inanacaktı. Bu olay üzerine biraz düşünecek olursak, filozofumuzun bunu kendi çıkarları için yapmadığını açıkça anlayabiliriz. Öldükten sonra, havarilerinin, onun göğe çıktığına inanmalarından ne gibi bir yarar elde edebilirdi ki! Ben, onun gayet ince bir davranış göstermiş olduğunu düşünüyorum. Ölümsüzlüğüne sarsılmaz bir iman besleyen müminleri üzmek istememişti. Onların, kendisinden yeni bir masal beklediklerini biliyordu; ve onları hayal kırıklığına uğratmak niyetinde değildi.

“Doğru! Bu anlattığın türden bir yalan tamamen masumdur” dedi Buzruk Ümid kısa bir düşünmeden sonra. “Fakat fedaîlerin için düşündüğün sahtekârlık sonuçta onlar için ölüm kalım meselesi değil mi…”

“Dinleyin!” diye üsteledi Hasan. “Size planımın kapsamlı bir felsefi açıklamasını yapmaya da söz vermiştim. Öncelikle ayaklarımızın altındaki bahçelerde neler olup bittiği konulunda anlaşmaya çalışalım, sonra da bu olup bitenleri parçalarına ayrıştırarak analiz etmeye çalışalım. Elimizde üç tane delikanlı var. Bu delikanlılar onlar için cennetin kapılarını açtığımıza inanma eğilimindeler. Eğer gerçekten de buna ikna olurlarsa, neler hissedecekler sizce! Bunun farkında mısınız dostlarım! Şimdiye dek hiçbir ölümlünün tatmadığı bir mutluluk! Yaşam boyu o güzel anı düşünüp mutlu olacaklar! Bir de oraya ebediyen gideceklerini öğrendikleri anı düşünsenize!”

“Fakat ne kadar yanıldıklarını bir bilseler” dedi Ebu Ali gülerek ‘bütün dünyada bunu en iyi bilen bizleriz sanırım.”

“Biz biliriz de ne demek!” diye bağırdı Hasan öfkeyle. “Yarın neler olacağını biliyor musun! Kaderin bana neler tattıracağını biliyor muyum! Buzruk Ümid ne zaman öleceğini biliyor mu! Ve buna rağmen her şey, ezelden beri kâinatın düzeninde yazılı olmalı. Ptagoras insanın her şeyin ölçüsü olduğunu söylüyordu, insanın algıladığı şeyler vardır, algılamadıkları ise yoktur. Aşağıdaki üç adam cenneti algılıyorlar ve ondan ruhları, vücutları ve bilinçleri ile zevk alıyorlar. Demek ki cennet, onlara göre artık vardır. Sen Buzruk Ümid,’ anladığım kadarıyla fedaîleri içine çektiğim sahtekarlıktan ürküyorsun. Fakat unuttuğun bir şey var! Biz de her gün algılarımızın kurbanı olmaktayız. Ben çeşitli dinlerde yaratan olarak adlandırılan varlıktan ne daha üstünüm, ne de daha aşağılığım. Algılarımızın bizi yanılgıya sevk ettiklerini Demokrit bile fark etmişti. Onun için ne renkler, ne tatlı, ne acı, ne soğuk, ne de sıcak vardı. Sadece atomlar ve mekân. Empedokles de, tüm bilgilerimizi sadece algılarımız aracılığıyla edindiğimizi fark etmişti. Onların aracılığı olmadan edindiğimiz şeylerin, bizim için hiçbir anlamı olamaz bile. Şayet algılarımız bizi aldatıyorlarsa, onlar aracılığıyla edindiğimiz bilgilerin doğruluğuna güvenme imkânımız olabilir mi! Aşağıdaki bahçede bulunan hadımlara bir bakın! Tüm İran’ın en güzel kızlarını onların himayesine teslim ettik. Fakat onlar için, güzel bir kızın büyüleyici kokusunun ve çehresinin ne gibi bir anlamı vardır! Ya da genç bir bakirenin dipdiri memelerinin! İşe yaramaz bir et yığınını elde tutmanın verdiği nahoş duygudan başka hiçbir şey! İşte algılarımızın izafiliği burada yatmaktadır. Kör bir insan için çiçek açan bir bahçenin en güzel renkleri ne ifade eder! Sağırlar bülbülün şakımasını işitemezler. Bir bakirenin büyüsü bir hadımı etkileyemez. Ve aptallar dünyanın tüm bilgelikle ile alay ederler.”

Ebu Ali ve Buzruk Ümid ne yapacaklarını bilemedikleri için gülmeye başladılar. Fakat her ikisi de aynı izlenimi edinmişti: Hasan onları ellerinden tutarak, daha önce uzaktan bakmaya bile cesaret edemedikleri dipsiz bir uçurumun derinliklerine uzanan dar bir merdivenden aşağı indiriyordu. Biraz önce saydığı sebeplerin hepsini, uzun bir zaman zarfında olgunlaştırdığını anlamışlardı.

“Bakın” diye devam etti “eğer insan benim gibi çevresince gördüğü, duyduğu, algıladığı şeylere güvenemeyeceğini idrak ederse, eğer her taraftan güvenilmez ve kötü niyetli şeylerle çevrelendiğinin ve devamlı yanılgılarının kurbanı olduğunun bilincine varırsa, o zaman insan bunu bir kötülük olarak değil bir yaşam zorunluluğu olarak kabul eder. Öyle bir zorunluluk ki er ya da geç kendisini ona uydurmak zorundadır. Yüksek bir idrak seviyesine ulaşmış bir insan için, hayal etmek, binlerce başka güzel özelliğinin yanı sıra, her eylem ve her ilerlemenin süsü ve itici gücüdür. Heraklit, kendi kâinatında, zaman tarafından düzenlenen karmaşık bir yığıntı görüyordu. Zamanı renkli taşlarla oynayan bir çocuğa benzetiyordu. Çocuk taşları dilediği gibi ayırmakta veya birleştirmekteydi. Ne ince bir mukayese! Bu yapıcı, yaratıcı ihtiras, dünyalara hükmeden manasız irade ile kaynaşmıyor mu! Bu ihtiras sonradan yıkmak için yaratmadı mı bu dünyaları! Bu dünyalar varoldukları müddetçe kusursuz ve mükemmeldirler, sonra da içlerinde barınan kanunlar sebebiyle kendi çöküşlerini hazırlarlar. Biz de böyle bir dünyada bulunuyoruz. Biz de bu dünyaya hükmeden kanunlara tabiyiz. Onların birer parçasıyız ve kendimizi onlardan kurtarmamız mümkün değil. Emin olabileceğimiz sadece bir tek şey vardır: yanılgı ve hayal bu dünyanın yegane itici güçleridir…”

“Merhametli Allah adına!” diye bağırdı Ebu Ali. “Hasan sen de çok özel kanunlara tabi olan bir dünya yaratmadın mı! Senin dünyan renkli, ilginç, ve gerçekten de epeyce korkunç! Alamut’u sen yarattın İbni Sabah!”

Bu itiraf Hasan’ın dudaklarında bir gülümseme belirmesine yol açtı. Buna karşın Buzruk Ümid düşünceli ve şaşkın bir şekilde dinlemek ve izlemekle yetiniyordu. Konuşmanın yavaş yavaş kendisine tamamen yabancı ve anlaşılmaz olan bir alana kaydığının farkındaydı.

“Yaptığın şakada, aslında, epeyce gerçek payı yar sevgili dostum Ebu Ali” dedi Hasan düşünceli bir ifadeyle. “Az önce aşağıda size size söylediğim gibi, ben yaratıcının işliğine bizzat giderek, onun ne yaptığına baktım. Belki de çok merhametli olduğu için, geleceğimizi ve ölüm günümüzü bizden sakladı. Benim de başka bir şey yapmaya niyetim yok. Bu dünyâdaki hayatımızın bir hayalden daha iyi olduğu nerede yazılı Allah aşkına! Fakat bilincimiz hayal olanla gerçek olanı ayırt etmeyi; becerebilir. Eğer fedaîlerimiz uyandıkları zaman gerçekten cennette olduklarına ikna olmuşlarsa, o zaman gerçekten de oradaydılar! Çünkü gerçek ye sahte cennet arasında bir fark yoktur. Bir yerde bulunmuş olduğumuza gerçekten inanıyorsak, o zaman oradaydık demektir. Gerçekten Allah’ın bahçelerine gitseler yine aynı zevkleri, aynı mutlulukları tatmayacaklar mıydı! Epikür’ün ne dediğini hatırlıyor musunuz! İnsanoğlu acı ve elemden mümkün olduğunca kaçmalı, refah ve mutluluk dolu bir yaşam sürmeye çalışmalıdır. Fedailerden daha şanslı kim vardır ki şu dünyada! Düşünün, cennete gittiler! Onların yerinde olmak, için neler yenmezdim ki! Ah! Aşağıdaki bahçelerin, gerçekten de cennet olduklarını kendimi bir kerecik ikna edebilseydim… ve onlardan zevk alabilseydim!”

“Gerçek bir sofistsin!” diye bağırdı Ebu Ali: hayranlıkla. “Hemen işkence tezgâhına yatır beni! Nasıl olsa, sende bu yetenek varken kuştüyü bir yatakta yattığıma anında ikna oluverirdim. İsmail’in sakalı adına, mutluluktan gülerdim bile…”

Ebu Ali’nin neşesi kara kara düşünen Buzruk Ümid’e bile bulaşmıştı.

“Aşağıdaki yiğitlere bir göz atmaya ne dersiniz!” diye sordu Hasan.

Ayağa kalkarak balkonun parmaklıklarına gittiler.

“Henüz her şey sakin” dedi Buzruk Ümid. “Tekrar konumuza geri dönebiliriz… Bize diyorsun ki İbni Sabbah, tek bir kerecik bile olsa cennette olmaya inanmayı arzu ederdim. Fakat fedaîlerin buna inanıyor olsalar bile, ellerine gerçekten de çok şey geçiyor mu! Her yerde bulabilecekleri yiyeceklerden tadıyorlar ve güneşin altında bulunan genç kızlarla tanışıyorlar…”

“Hayır!” diye sözünü kesti onun Hasan. “Sıradan bir ölümlü için, yemekler aynı olsalar bile nerede yediği çok önemlidir. Bir sultanın sarayında yemekle sıradan bir evde yemek arasında dağlar kadar fark vardır. Keza sıradan ölümlüler birbirlerine ikiz kardeş kadar benzeseler bile, bir prenses ve sığırtmaç kız arasındaki farkı anında anlayabilirler. Çünkü duyduğumuz haz sadece vücudun algılamalarına bağlı değildir. Haz almak basit bir olay değildir… o kadar çok değişik etkilere bağlıdır ki! Ebedi bakire kalan bir huri olduğuna inanılan bir kızdan alman haz ile sıradan bir köle kızdan alman haz kesinlikle aynı şey değildir.”

“Unuttuğumuz bir noktaya parmak bastın” diye bir anda lala karıştı Ebu Ali. “Kuran cennet kızlarının bekaretlerini asla yitirmeyeceklerini söyler. Buna bir çare buldun mu! Unutma, böyle küçük ayrıntılar tüm planını bir anda rezil edebilirler…”

Hasan güldü:

“Aşağıdaki kızlardan çok azının el değmemiş olduğunu biliyorum… Apama’yı ta uzaklardan buralara kadar boş yere getirmedim herhalde! Kendisinin bir zamanlar Kabil’den Semerkant’a kadar uzanan tüm bölgelerin en meşhur en maharetli aşiftesi olduğunu unutmayın! On âşık eskittikten sonra bile on altı yaşındaki bir bakire kadar genç ve taze kalmasını beceriyordu. Nasıl beceriyordu bunu! Kendine has bir sırrı vardı elbette. Aslında çok basit bir şey ama bilmeyenler için gerçek bir mucizedir bu. Bu mucizenin anahtarı çeşitli minerallerin karışımı bir sıvıdır. Bu sıvı, doğru kullanıldığı takdirde zarların eski elastikiyetlerini kazanmalarına yardımcı olur. İlk defa bu zevki tadacak olan acemi bir çaylak, pek doğru olmasa bile, gerçekten el değmemiş bir bakire ile beraber olduğu hissine kapılır.”

“Gerçekten bunu da mı düşündün! Sen şeytanın ta kendisisin!” diye bağırdı Ebu Ali.

“Bakın! Fedailerden bir tanesi uyandı!” Buzruk Ümid aşağısını işaret ediyordu.

Üçü birden aşağıya eğilerek bahçeleri gözlemeye başladılar. Nefes bile almaya cesaret edemiyorlardı. Köşkün camdan çatısından kızların uyanmakta olan fedaîye bir şeyler anlatmaya çalıştıklarını görebiliyorlardı.

“Süleyman…” Hasan birden sesini alçalttı. Sanki aşağıdan kendisini duyabileceklerinden korkuyordu. “Cennette uyanan ilk ölümlü!”

FEDAÎLERİN KALESİ
ALAMUT
Wladimir BARTOL
Çeviren; Atilla DİRİM
Sf. 270-281, 4. Baskı, Ağustos 2004,
Yurt Kitap-Yayın
Orjinal adı: Alamut

——————————————
Ben kaledeyken

Kimi kitaplar vardır, güzeldir. Bir solukta okunur, okunanlar hatırda kalır, tekrar okunulacağı düşünülerek göz önünde tutulur ve eşe dosta tavsiye edilir. Kimi kitaplar vardır, okunamayacak kadar kötüdür. Kitabı okurken yazara methiye değil, küfür dizilir. Kitap biter, akılda hiçbir şey kalmaz. Aradan yıllar geçer, okuyucu o kitabı okuduğunu unutacak hale gelir. Kimi kitaplar da vardır, kitabın üstündedir. Tarif edilemez hislerle okunur. Her satır, her kelime fevkalâde önem arz eder, ve hatta okuyucusunun his ve düşünce dünyasını alt üst eder. Okuyucu kitap ile ilgili fikri sorulduğunda yalnızca derin bakışlarla karşısındakine bakar ve sıradan bir kaç kelime söylemekle yetinir. Esasında buradaki bakış, okurun ne denli büyük bir evrende dolaştığını anlatmaktadır; ama bu haleti ruhiyeyi okuyandan başkası anlamaz. Yıllar sonra bile o büyülü kitap okuyucunun karşısına çıktığında zaman durur ve o delici bakış tekrar görünür… Bu tip kitaplar okuyucunun hayatını değiştiren kitaplardır.

Okuyan her insanın hayatında böylesi kitaplar olduğu şüphesiz. Elbette ki ne kadar çok okursak hayatımıza bu önemli kitaplardan daha fazlasını katacağımız da su götürmez. Karşısında duramadığımız çıplak gerçekse, okuduğumuz her kitabın bu olağanüstü kitaplar olamayacağıdır. Bizi sıkıntıdan patlatan kitapların dahi zımni misyonu okuyucuyu olağanüstü etkileyecek kitaplara karşı fiziki ve manevi olarak hazırlamaktan ibarettir. Okumak, gecesiyle gündüzüyle yaşamaktır.

Yugoslav yazar Wladimir BARTOL’un ilk eseri olan ve 1938 yılında kaleme aldığı Fedaîlerin Kalesi: Alamut’la tanışmam 1996 yılında oldu. Atilla DİRİM çevirisiyle Yurt Yayınlarından çıkan kitap, fevkalâde bir başarı elde ederek ‘Best Seller’ raflarındaki yerini uzun müddet korumayı bildi. Popüler olan kitapların şişirme olduğunu düşündüğüm ve büyük tavsiyelerle okuduğum kimi popüler kitaplarda entelektüel yan bulamadığım için kitabı okumadım ve raflardan düşeceği günü bekledim. Kısmet bugüneymiş…

Alamut’un dünyama açtığı kapıları pek fazla izah edebileceğimi zannetmiyorum; fakat insanların dünya düzeni nasıl kurduğuna ve insanların inançları üzerinde yapılan politik değişikliklerle toplumların düş ve düşünce dünyasının ne şekilde kısırlaştırıldığı üzerine uzun bir sohbet yapabilecek düzeye geldiğimi söyleyebilirim. Hasta beyinlerin başa geçerek toplumlara hükmetmesi sonucunda ortaya çıkan tablolarda ‘mutluluk’ adlı metanın ne şekilde pazarlandığı ve inançların birilerinin oyuncağı şekline dönüştüğünü izah edebilirim. Esasında çok basit anlatılan ve yaşanılan kimi ritüellerin kötü niyetli kişilerin şahsi çıkarlarını gözeterek bireyin geleceğini şekillendirecek şekilde değiştirildiğini ve asıl savaş olan dinler arası savaşın mahiyetiniyse hiçbir zaman anlatabileceğimi sanmıyorum. Anlıyorum; ama anladıklarım bana sancıdan başka bir şey vermiyor. İnsanoğlunun kendi sonunu yarattığını gördüğüm her an geçmişim daha da kararıyor ve böylelikle insana ve insandan gelene karşı olan saygım her an daha da azalıyor.

Alamut hakkında yapılacak detaylı bir analizin, yeni bir kitap yazmak anlamına geleceğini düşündüğüm ve okuyucunun kitaba karşı olan önyargılarını şekillendirmemek için diyeceklerimi burada bitiriyorum. İç dünyasında dini ve politik çözümlemeleri bitirmiş taliplerin okumasını dilediğim nadide bir kitap.

Samimiyetle

kaynak: anlamak[dat]com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder