29 Ekim 2010 Cuma

Seyid Rıza'nın İngiltere'ye Yolladığı Mektup



Dışişleri Bakanlığına

Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı.

Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor.

Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık.

Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor.
Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor.

Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.
Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.

Seyit Rıza
Dersim Başkomutanı

26 Ekim 2010 Salı

Kürdistan Madalyası



1842 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık ilan eden ve statüsünü1846 yılındaki büyük çarpışmalara kadar koruyan Botan Emiri Mîr Bedirxan Bey’in 27 Temmuz 1847′de Eruh Kalesi’nde teslim oluşu ile Kürt birlikleri Osmanlı ordusuna karşı yenilmişti.

Osmanlı’nın Harput, Urfa, Diyarbekir, Erzurum, Bağdat veMusul bölgeleri askerlerinden oluşan ordusunun başında Mareşal Hafız Osman Paşa bulunmaktaydı. Mir Bedirxan’ın yenilgisinden sonra Sultan I. Abdülmecid tarafından, tekrar ele geçirilen ’ülke’nin hükümdarı olduğunu gösteren bir Kürdistan Madalyası yaptırıldı ve bu madalya Kürdistan idaresine yapılan müdahalede görev almış askerlere devlet nişanı olarak takıldı.

Altın, gümüş ve bronz olmak üzere üç çeşit olarak bastırılan bu madalyanın ön yüzünde Kürdistan dağlarını gösteren bir çizimin üstünde Kurdistan, hemen altında ise taarruzun hicri takvimdeki karşılığı olarak 1263 yazmaktaydı. Kürdistan madalyasının arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu. 29 mm’lik çapıyla birçok Osmanlı askerinin elbisesini süsleyen bu madalya, Kürdistan’ın önemini ve o dönemde Osmanlı tarafından tanınmışlığını göstermesi açısından önemlidir

Kürt Sanatçı Tara Jaff'la Söyleşi





















Farklı bir yorumla Tara Caf’ın tarzını koyduğu isyan dolu bir eser..Tara Caf’ın, Avaşin Yorulmaz ile yapmış olduğu söyleşiyi ekledik.  Kim olduğunu kendisinden dinleyelim.
 
Babam diplomattı. Görevi gereği birçok ülke tanıdı. Babam müziğe düşkündü. Özellikle klasik müzik hayranıydı. Annemle evlenince Rusya’ya gitti. 1950′de Moskova’da kaldı.
Sovyet Rusya’da hükümet sanata ve kültüre büyük önem verirdi. O dönem herkes konserlere gidebiliyordu. Babam Rus kültüründen çok etkilenmişti. Evimize hep klasik müzik çalınırdı. Bazen de bizi klasik müzik dinlemeye zorlardı.

Biraz kendinizi ve müziğe nasıl başladığınızı anlatır mısınız? 

Babam ablamın müzisyen olmasını istiyordu. Ablam 5 yaşında piyanoya başladı. Müzik konusunda Babam ablam üzerinde titrerdi. Ablam 15 yaşındayken Bağdat’ta çok güzel bir konser verdi.
11 Yaşımda müzik okuluna başladım. 1970′lerde müzik okuluna siyasi propaganda karıştı. Müzik siyasete kurban edildi. Müzik siyasal amaçlar için kötü kullanılmaya başlandı.
1972 yılında Babam siyasi suçtan hapse atıldı. Bu olay bizi oldukça etkiledi. Ablam piyanoyu bıraktı. Ben de kendime gitar aldım. Kendi kendime gitar çalmayı öğrendim. Şarkı söyledim. Klasik müzikten gittikçe uzaklaştım. Pop ve Rock daha fazla ilgimi çekiyordu.
18 Yaşındayken (1976′da) İngiltere’ye gittim. Üniversiteye başladım. Ders çalışırken arada müzikte yapıyordum. Mandolin çalmasını öğrendim.
1986′da evlendim. Müziği eski yoğunlukta yapamıyordum artık. Arada bir müzik yapıyordum. Çocuğum oldu. Evlilik, çocukla uğraşayım derken, müzikten uzaklaştım. Müziği bıraktım. 1993′te eşimden ayrıldım. Okula devam ettim. Psikoloji bölümü okudum. Bu esnada tekrar müziğe başladım. Harpı keşfettim. Harpı keşfedince bütün müzik aletlerini bıraktım. Çünkü kendimi harpta bulmuştum.

Harp’ı bir Yunan çalgısı olarak biliyorduk. Harpın Kürt müziğindeki yeri nedir?

18. yy.da Kürt Sufi şiirlerinde Harptan söz ediliyor. Kürtçe Harpa ‘Çeng’ deniliyor. Çeng çok eski bir enstrümandır. 5 bin yıllık bir geçmişi var. İlk olarak Sümerler kullanmış. İran (Aryen) bölgesinde yaygınmış.
Söylediğim Hawrami şarkılar da çok eski. Eski bir enstrüman olan çengi ile eski Hawrami şarkıları birleştirdim. Ve ortaya çok güzel bir uyum çıktı.

Harp ya da Çengin, Kürt müziğinde pek kullanıldığını görmedim. Müziğinizde şimdiye kadar dinlediğimiz alışıla gelmiş Kürt müziğinden farklıdır. Yanılıyor muyum?
 
Doğru söylüyorsunuz.
İlk çeng konserimi 1994′te verdim. İnsanlara çok tuhaf geldi. Kürt müziği için yeni bir şeydi. Kürt müziği ya müthiş coşkundur, ya da müthiş hüzünlü. Ben ise rahatlayıcı bir müzik yapmak istedim.
İnsanlar beni dinlerken, başka bir dünya ya gitsin, mevcut bulunduğu durumdan uzaklaşsın… Çünkü yaşam acılarla dolu. Hayat sert. Stres çok. Ben strese girince çengin arkasına geçiyorum. 10 dakika çalıyorum ve rahatlıyorum.

Kürtlerin aşina olduğu bir müzik kulağı var. Müziğiniz kulak alışkanlığı anlamında Kürtlere yabancı kalmıyor mu?
 
Harpı ilk Kürt müziğinde ben kullandım. Yavaş yavaş alıştırmak istiyorum.

İnsan müziğinizi dinlerken tanrısal bir atmosferde kendisini hissediyor. Bu tanrısallık nereden geliyor?

Söylediğim şarkılar çok eski ve otantik. Çeng de eski bir enstrümandır. Müziğimde doğal bir ses vardı. Tanrısallık buradan geliyor.

Müzik ile felsefe arasında bir bağ kuruyor musunuz?

Ben daha çok ruha inanıyorum. İçimizde, insan özünde çok temiz ve saf bir yer vardır. Dünya karmaşası içinde ruhumuz bazen yoruluyor. Çünkü akıl, ruha istemediği şeyler yapıyor. Yorulan ruh müzik, şiir ve resimle dinleniyor. Diğer sanatlar ruha geç ulaşabilir. Ama müzik kulaktan hemen ruha giriyor. İnsanın bir gerçek bir de sahte ruhu vardır. Sahte ruh (ya da öz) çevrenin baskısıyla oluşturulmuştur. Aslında öyle bir şey yoktur. İnsan kendini anlatıyor. Çevrenin oluşturmasını istediği ruhun kendinden olduğuna inanıyor. Gerçek ruh ise, derine iniyor. Müzik derine inen bu ruha ulaşıyor. Beyin sahtedir. Ama ruh güzeldir. Söz beyni, müzik ruhu işleti yor.
Müzik sözle değil, sesle yapılıyor. Bir şarkının sözlerini anlamasan da müziğini, yani sesi hissedebilirsin. Söz sonradan yaratıldı. Ama ses hep vardı. Hatta söz sesin bir taklididir…?
Çok doğru. Müzik sestir. Ama kendiliğinden bir ses değildir. Var olan sesleri ölçülere göre bir araya getirmektir. Zaten sanat, insan ve yeryüzü doğasındaki sesleri bir araya getirebilme becerisini gösterebilmektir.
Aşk’ta ruhtan gelir, müzikle aşk arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Ruhen âşık olmak çok öneldir. Sufilerin Allah aşkı ile normal dindarların Allah aşkı arasında çok büyük bir fark vardır. Sufilerin Allah aşkı daha derindedir. Ve daha fazla hissediyorlar. Sufiler Allah aşkını hissederek ibadet ediyorlar. Diğer dindarlar akılla ve mantıkla ibadet ediyorlar.
İnsan aşkı da öyledir. İnsan âşık olunca ruha yaklaşıyor. Herkesin ruhu temizdir. Ama akıl ve toplumsal eğitimle oluşmuş karakter (kişilik) ruhu kirletiyor. İnsan âşık olunca ruhu ve karakteri birleşiyor. Dünya ya, insanlara, olaylara bakışı değişiyor. Aşkta akıl ve çevrenin oluşturduğu karakter kapanıyor. Yep yeni bir durum ortaya çıkıyor. Mesela iki kişi âşık olduğunda her şeyde bir birlerini hissederler. Müzik dinleyince, kitap okuyunca, çalışınca… Her şeyde onu hissedersin. Müzikte böyledir.

Müziğiniz ile yaşam arasındaki bağ…?

Annem ve Babam kanser hastasıydılar. Hastaneye yatırıldılar. Sabah akşam onların yayındaydım. 24 Saat onlara hizmet ediyordum. Çok yoruluyordum. Oğlumla uğraşıyordum. Kendi me vakit bulduğumda gelip bir saat çeng (harp) çalıyordum. Müzik beni yaşadığım acıdan, sıkıntıdan uzaklaştırırdı. Bana kuvvet verirdi. Annem öldükten 3 ay sonra Babam da öldü. Müziğe daha fazla yöneldim. Artık hayatımın müziği başladı. Kürt şarkılarına araştırdım. Müzikle şuurumu rahatlatmak istiyorum, ün peşinde değilim.

Albümünüz ne zaman çıkıyor? 

Tara -Mayıs ayında çıkıyor. Uzun bir süredir çalışmalarını yapıyorduk. Zevkle yaptım bu albümü.

Albümünüzde kaç şarkı var? Eski çalışmalarınızda olduğu gibi şarkılarınızın tümü eski halk şarkılarından mı oluşuyor?

Tara – yeni müzik albümüm sekiz şarkıdan oluşuyor. Yedi şarkı eski Hewreman halk şarkısıdır. Bu şarkıları yeniden yorumlamışım. Tabi ki yorumlarken orjinini bozmamaya çalıştım. Bir şarkı da Sorancadır. Soranca şarkının söz ve müziğini ben yaptım.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Lozan'da Kürtler



Lozan'da Kürtler

Lozan’da en fazla fırtına koparan konuların başında Kürtlerin azınlık olup olmadıkları tartışmaları vardı. Lozan’daki görüşmeler devam ederken aynı tartışmalar TBMM’de de yaşandı.
Lozan’da görüşmeler sırasında, Avrupalı devletler Kürtlerin “Azınlık” olduğunda ısrar edince, İsmet İnönü buna karşı çıkarak şöyle der: “Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyetinin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil, bir millettirler; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir..”
Lozan’da hem Türk asıllı temsilciler hem de Lozan’a Kürtleri temsilen gittiği iddia edilen Diyarbekir milletvekili Zülfü Tiğrel ve ayrıca bizzat heyet başkanı İsmet İnönü, “azınlık” tanımını İslam hukukuna göre yaparak “Kürtlerin azınlık değil, asli unsur olduklarını savundular”
Azınlıklar, sosyal hayatlarda kendi iç hukuklarını uygulamakta, dini inançlarını yaşamakta ve kendi dilleri ile eğitim ve öğretim yapmakta, dillerini toplum hayatının her sahasında kullanmakta serbesttiler. Kürtler, Türkler, Arnavutlar, Çerkezler, Araplar ve diğer tüm Müslüman halklar ise aynı seviyede eşit ve aynı haklara sahiptirler. Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Çerkez, Laz, Gürcü gibi Müslüman kavimlerin tamamı ana dille, eğitim dahil kimlikleri ile ilgili her türlü haklarını kullanmada eşittirler.

Tan, Altan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010. ss. 193-194


Kürt Tarihi ve Uygarlığı

Osmanlı'da Kürtler Özerk miydi?




Kürt- Osmanlı Özerklik Antlaşması Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’a dönerken Amasya’da konakladı. Savaş’ta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında Amasya’da buluşarak tarihi Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı… Yavuz 1520’de ölümüyle yerine geçen tek oğlu Kanuni Sultan Süleyman bir frman yayınlayarak aynı siyaseti devam ettirdi. Bu ferman:“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdide devlete doğruluk hizmetler ifa eden bilhassa bu defa ki İran serfine katılarak Kızılbaşlarına yararlılıklar gösteren Kürt Beylerine, Gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarda ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsülleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir…” (Kaynak: Topkapı Sarayı Müzesi arşivi E.11969)

Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen Özerlik şartlarına göre:
1- Kürt Emirleri atalsarıdan kendilerine intikal eden topraklarda, bağımsız olarak, geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir.
2- Osmanlılar bir yabancı devletle savaştığında Kürt Beyleri kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışarıdan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılarda Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır.
3- Kürt emirler Osmanlı devletine her yıl, tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.

Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İst. 2010, ss. 79. 80

20 Ekim 2010 Çarşamba

Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde Kürdistan



Evliya Çelebi Seyahatname Kürdistan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16 ve 17. Yüzyıllarda Kürdistan-Martin van Bruinessen



Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16 ve 17. Yüzyıllarda Kürdistan Çeviri: Ahmet Akşit



Şeref Han Bitlisi’nin Şerefname’sini tamamlamasından yaklaşık 60 yıl sonra ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi, Kürdistan’a uzun bir gezi yaptı.[1] Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatname’si, gezi edebiyatında pek rastlanmayan eşsiz bir çalışmadır. Bu ciltlerin basılmış nüshaları ilk kez piyasaya çıktığında orijinal (sonraki yazmaların kopya edildiği düşünülen ve Evliya’nın kendinin yazdığı veya bir katibe dikte ettirdiği elyazması) nüshalar henüz kitabın editörleri Necib Asım Bey ve büyük tarihçi Ahmed Cevdet’in eline geçmemişti. Bundan başka Sultan II.Abdülhamid’in sansürcüleri (ya da sansürcülerden korkan editör) basım aşamasında metin üzerinde bazı değişiklikler yapmışlardı. Evliya’nın Kürdistan notlarının yalnızca bazı bölümlerinin nispeten tatmin edici bir nüshası basılmıştır.[2] Önemli bir bölümü hiç basılmamıştır ve basılması için ciddi bir çalışma gerekmektedir.


Esasen Seyahatname bilinen herhangi bir türe girmez ve bu yüzyıla kadar asla popüler olmamıştır. Çağdaşları onun eserini kötü planlanmış olduğunu düşünüyorlardı ve muhtemelen onun medenileşmiş zevklere uymayan şeylere gösterdiği ilgiden dolayı Evliya bu eleştirileri dikkate almadı. Osmanlı yazarları arasında Evliya’yı geç dönem 20.yüzyıl okurlarına ilginç kılan, muhakkak ki onun bu “kötü zevki” idi. Post-modernistler, onun önemliyi önemsizden keskin bir şekilde ayırmayan, heterojen öğeleri yan yana koymasındaki ruh halini kolayca fark edeceklerdir. Seyahatname’de resmi evraklarla ve uygunsuz fıkraları, cami mimarisi tarifleriyle ve yerel yiyecek ve giyim alışkanlıklarını, kutsal efsaneler ile ve politik olaylar hakkındaki dedikoduları yan yana buluruz; bütün bunlar Evliya’nın kendi maceraları ve onun başkaları hakkındaki şüpheci yorumları ile daha da lezzetlenir.
Evliya’nın Kürdistan’daki Gezileri







Evliya Kürdistan’da üç büyük gezi yapmıştır.[3] Seyahatname’nin ikinci cildinde konu edilen birinci seyahat, Kürdistan’ın kuzey sınırlarını sadece sıyırır geçer. Bu gezi, Evliya Çelebi’nin 1646 yılında Erzurum valisi ve baş komutan olan Defterzade Mehmed Paşanın yanına gümrük katibi ve baş müezzin olarak atanmasıyla başlar. Kuzey Anadolu yoluyla Kemah ve Erzincan’dan geçerek Erzurum’a varır. Erzurum’dan Erzincan üzerinden batıya dönmeden bir gezi de Azerbaycan ve Gürcistan’a yapar. 1649-50 deki ikinci gezi onu Şam ve Halep’ten Urfa’ya, Maraş, Kayseri, Aksaray, ve Sivas’a ve buradan Arapkir, Harput, Pertek, Palu, Genç, Muş ve Bingöl dağlarına sürükler. Artık üçüncü cildin ilgili bölümleri iyi bir edisyonla ve Almanca çevirisiyle piyasada mevcut.


1655 ve 1656’daki üçüncü seyahat, dördüncü cildin büyük kısmını ve beşinci cildin ilk bölümünü kapsar. Evliya Çelebi Van’a vali olarak atanan Melek Ahmed Paşaya katılmaya gider. Van’a Diyarbakır ve Bitlis yolundan gider ve bu şehirlerde ayrıntılı ve canlı tarifler yapmaya yetecek kadar zaman geçirir.[4] Diyarbakır valisi Firari Mustafa Paşa’nın Sincar dağlarında savaşan Arap ve Yezidi aşiretlerini sakinleştirmek bir sefer sebebiyle şehir dışında olduğunu öğrenince, bu bahaneyle gezisini uzatarak Sincar’a gider.[5] Bitlis’te, pek methettiği serbest fikirli Kürt yönetici Abdal Han’a misafir olur. Sonra Van’dan Abdal Han’a karşı düzenlenen cezai nitelikli bir sefere katılır ve Han’ın hal edilmesine, zengin kütüphanesinin yağmalanmasına ve yerine oğlunun seçilmesine şahit olur. Bir yıl sonra Evliya Çelebi Bitlis’den üçüncü defa geçer, Abdal Han’ı tekrar emirliğin başında bulur ve rehin olarak Han’la bir süre geçirir. Büyük bir Kürt emirliğinde yaşanan bu tecrübeler, başka bir kaynakta bulabileceğimizden daha canlı bir günlük yaşam anlatımı sunar. Evliya Çelebi, Şerefname’yi duymuş olmalıdır ve içeriği hakkında kulaktan dolma bilgisi olması muhtemeldir fakat bizzat okumamış olduğu anlaşılmaktadır. Bitlis notlarında Han’ın yağmalanmış kitapları arasında olması vesilesiyle Şerefname’den bir kere bahis eder.


Van’da bulunduğu müddetçe seyahat için hiç bir fırsatı kaçırmaz, böylece Hakkari hakkında önemli gözlemlere sahip olmamıza vesile olur(bu bölümler halen doyurucu bir şekilde çalışılmamıştır).[6] Melek Ahmed Paşa, kendisine batı İran’ın uzun fakat içinden çıkılmaz anlatımını yazdıran (ki açıkça yanlış olan bölümleri insanı İran’ı gördüğü konusunda şüpheye düşürür) bir diplomatik görev verir. Bu notlar 1656 yılının ilk aylarında son bulur; onun ayrıntılı anlatımları kesinlikle orada olduğunu ve sonradan güneye de bir gezi yaptığını kanıtlar. Bunu, basılı nüshalarda olmadığı için varlığı uzun süre bilinmeyen bir bölüm takip eder. Evliya Bağdat’dan kuzeye yönelir, güney Kürdistan’da Diyarbekir, Cizre ve Hasankeyf yoluyla bir tur atarak Musul üzerinden Bağdad’a döner. Bu bölüm hiç bitmemiştir ve anlaşıldığı kadarıyla Evliya ölene dek bölümü yazmaya devam etmiştir. Evliya’nın yazmaya niyetlendiği tümüyle boş ya da sadece başlığı olan sayfalar vardır. Yer yer bölgelerin coğrafi düzeni hakkında, Evliya’nın çözümleyemediğini belirttiği, hatalar vardır. Ancak, aynı döneme ait diğer Osmanlı ve İran çalışmaları ve dokümanlarıyla beraber Kürdistan’ın az bilinen 15-17. yüzyıllarına ışık tutacak nitelikte olan dördüncü cildin neredeyse üçte birini oluşturan bu gezinin notları ciddi bir edisyon gerektirmektedir.


Evliya Çelebi, gezileri sırasında Kürdistan’da geçtiği yerler hakkında notlar alır: Havar, Sine, Kızılca, Erbil, Kerkük ve Şahrazur eyaletleri; Ninova, Akra, Diyarbakır, Cizre, Hasankeyf, Nizip, Eski Musul, Tikrit, ve Bağdat şehir merkezlerini kaydeder. İleride vakit bulduğunda Seyahatname’yi yazarken kullanacağı, gezerken gördüğü her şey hakkında bol miktarda not tutar. Ayrıca diğer kaynaklardan, resmi dokümanlardan, gezerken veya sonradan okuduğu çeşitli kitaplardan serbestçe faydalanır.[7] Gezilerle kitabın fiilen yazılması arasına hatırı sayılır bir zaman girdiğinden gezi notlarını her zaman doğru bir coğrafi düzene yerleştiremez. Bazı tanımları öylesine bulanık ve karışıktır ki anlattığı yerleri fiilen gezip gezmediği şüphe duyulur. Buna örnek olarak İran gezisinde çok daha eski bir coğrafya eseri olan Kazvini’nin Nuzhat al-kulub’unu tekrarladığı aşikar olan bölümleri verilebilir. Yine de kötü düzenlenmiş bile olsalar kulağa doğru gelen Kürdistan notları için bu geçerli değildir.


Diğer kaynaklarla mukayese edildiğinde Seyahatname’nin doğası


Seyahatname, Şerefname gibi sistematik bir çalışma değildir ancak diğer kaynakların ihmal ettiği Kürdistan’ın sosyal ve politik hayatını açısından zengin bir kaynaktır. Dönemin kadınların durumuyla(Bruinessen 1993) ilgili, yaygın dini ritüeller ve sufi tarikatlar ve din ulularına saygı (Bruinessen & Boeschoten 1988, Bruinessen 1990) gibi konularla etnik ve dini azınlıklar, diller ve edebiyat üzerine bilgi veren az sayıda kaynaktan biridir. Çelebi’nin Kürdistan’a atanmış yüksek rütbeli Osmanlı görevlileri içindeki pozisyonu, ona ilk elden devletin Kürt aşiret ve emirliklerle ilişkilerinin pratikte nasıl yürüdüğünü gözlemleme fırsatı vermiştir.[8]


Seyahatname’nin mukayese edilebileceği diğer mühim bir eser de İmparatorluğun Kürt eyaletleriyle ilgili uzun bölümler de içeren, büyük Osmanlı coğrafi çalışması olan Katib Çelebi’nin Cihannüma’sıdır. Tamamlanması Evliya Çelebi’nin Kürdistan gezilerinden birkaç sene öncesine, 1648’e rastlar. Yazar sadece kendisinden önceki çok sayıda eserden bilgi toplamakla yetinmez ama kendi deneyimlerini de temel aldığı bölümleri kaleme alır; İran’ın Irak’ı ikinci işgalinden sonra geri almak için sefere çıkan Hüsrev Paşa’nın yanında bulunur (1629).[9] Cihannüma’da büyük kervan yolları üzerinde bulunan, haklarında pek çok ilginç bilginin verildiği yerlerin bahsi geçer. Şerefname’niyi tercüme eden Charmoy, yazdığı önsözde Cihannüma’dan çokça bahseder. Gerçekten de onun etnoğrafik ve coğrafi sunumu Katip Çelebi’nin eserinin ilgili bölümlerinin çevirisinden ibarettir. Evliya’nın dağınık notlarını düzene sokmakta hiç şüphesiz Cihannüma yararlı bir referans olacaktır.[10] Ancak Cihannuma’nın Seyahatname’nin olmadığı kadar sistematik olmasına karşılık, Seyahatname gerçek insanların hayatı hakkında daha bilgilendiricidir.


Son olarak, Kürdistan hakkında değerli bilgiler içeren daha sonraki dönemlere ait bir başka seyahatnameye, Mehmed Hurşid Paşa’nın Seyahatname-i hudud’una değinelim. Yazarı 1848-52 yıllarında İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Basra’dan Beyazıd’a hududu belirleyen sınır komisyonunun görevlisi olan bu eser, köylerde ve aşiretlerdeki nüfus rakamlarını içeren, pek çok ayrıntılı istatistiki bilgiye de yer veren ,coğrafi referanslardan oluşan önemli bir çalışmadır.


Evliya’nın daha sistematik tarihçilerden ve coğrafyacılardan farkı, bürokratik detaylara ve idari bölünmelere aldırmayışından ileri gelir. O, eyalet, eyalet veya idari bölge, idari bölge ile şehri tartışmaz fakat haritanın bir ucundan öbür ucuna atlayarak mukayeseler yapar. Hiç şüphesiz çağdaşları da her bölgede olan etnik karmaşanın farkındaydılar ama onlar, çeşitlilikle ilgilenen ve gururla, düzinelerce farklı dilden ve lehçeden örnekler ve bir sürü heterodoks mezhepten anekdotlar yazan Evliya kadar açık konuşmazlar.



Kürdistan ve Kürtlerin Kökenleri üzerine


Bilindiği gibi, o yıllardaki resmi yazışmalarda Kürdistan idari birim olan bir eyalet adıydı. Evliya’ya göre politik ve idari sınırlara bakmaksızın bu terim, Kürtler için öncelikle etnik bir kategoriye işaret ediyordu. Bunu çok çeşitli şekillerde kullanır. Misafir sevmez bir bölgeyi anlatacak olduğunda, eğitim görmüş bir şehirlinin kaba ve korkutucu kırsal nüfus için yukardan bakan “Kürdistan, Türkmenistan ve sengistan “ ifadesini kullanır ki bunun belki de en iyi tercümesi “Kürtlerin, Türkmenlerin ve kayaların memleketi” dir.


Şimdi şu paragrafa bakalım: “Memâlik-i azîmdir, bir ucu cânib-i şimâlde diyâr-ı Erzurum’dan diyâr-ı Van’dan diyâr-ı Hakkari ve Cizre ve İmâdiyye ve Musul ve Şehrezûl ve Harîr ve Ardalân ve Bağdâd ve Derne ve Derteng ve ta Basra’ya varınca yetmiş konak yer Kürdistân u sengistân add olunur kim Irâk-ı Arab ile Âl-i Osmân mâbeyinde bu kûh-ı bülendler içre altı bin adar aşâ’ir ü kabâ’il-i Ekrâd sedd-i sedid olmasa kavm-i Acem diyâr-ı Rûm’a istîlâ etmeleri emr-i sehl idi.


İnşâallah mahalliyle alti bin aded mîhr-i aşâ’irleri dahi tahrîr etmeğe destime hâme-i cevâhir-gûyâmı almışım, ammâ bu Kürdistân’ın arzı, tûlu gibi vâsi değildir. Cânib-i şarkîsinde Acem hudûdunda Harîr ve ve Ardalan’dan hâk-i Şam ve hâk-i Irak –ı Arab ki hâk-i Haleb’dir, ol hâk-i pakeyne varınca Kürdistân’ın arzı yigirmi ve yigirmi beş konak ve ednâsı on beş konak yerlerdir. Ammâ bu kadar ülkeler içre beş kere yüz bin tüfeng-endâz ümmet-i Muhammed Şâfi’îyyü’l-mezheb vardır. Ve cümle yedi yüz yetmiş altı pâre kal’a add olunur kim cümle imârdır.[11]


Bu paragrafta Evliya, Osmanlı İmparatorluğu için koruyucu bir tampon işlevi olan Kürdistan’ın özel önemini vurgulamaktadır. Evliya’nın, İdris Bitlisi’de, geç dönem Osmanlı tarihçilerinde ve Şerefname’de de kullanılan, Kürt emirlikleri ve aşiretlerinin nispeten bağımsız olmalarının İmparatorluğun güvenlik çıkarlarına daha uygun olduğu yolundaki argümanı tekrarladığı görülür. Bu argümanı en bariz şekilde Aziz Efendi (Murphey 1985) Nasihatname’sinde kullanmıştır. Kürtlerin sıkı Şafi hukukuna bağlı iyi Sünni Müslümanlar oldukları değerlendirilmesi, onları Şii Safevi İran’a karşı güvenilir müttefik olarak ortaya koyduğu için bu argümanın en hayati kısmıdır. İdrisi Bitlisi ve Şeref Han, esasen dost Kürtlerin Sünni yakınlığına o kadar çok vurgu yaparlar ki kişi onların sadakatini kanıtlayan Osmanlı usulü resmi bir görüşme istediklerini düşünür. Diğer kaynaklardan ( ve Seyahatname’deki diğer pasajlardan) anlaşıldığına göre, onların arasında sadece pek çok Yezidi değil ama Kürdistan’daki çeşitli heterodoks mezheplerin taraftarları olduğunu biliyoruz.[12]


Evliya Çelebi’nin erken Kürt tarihi konusunda en sık alıntı yaptığı kişi, şimdiye kadar kim olduğu anlaşılamayan Miğdisi (Mighdisi) adını verdiği bir Ermeni tarihçidir.[13] Evliya Çelebi’nin bu Miğdişi’ye dayandırdığı efsaneler, erken Kürt tarihini iki ayrı efsane grubuna, Peygamberlerin hikayeleri (Kısasü’l-Enbiya) ve Şahname’nin İran geleneğine bağlar. Evliya’nın Miğdişi’si, “Tufan”dan sonra konuşulan en eski dil(lerden) olduğunu belirterek Kürtçe’nin saygın bir döneminden şöyle bahseder: “Müverrih Mığdısî kavli üzre ba’de’t-tûfân-ı Nûh, imar olan şehr-i Cûdi’dir, andan kal’a –i Sincâr’dır, andan bu kal’a-i Mefârikin’dir amma şehr-i Cûdi sâhibi Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim altı yüz sene mu’ammer olup Kürdistân diyârların geşt [ü] güzâr ederek bu Mefârîkin’e gelüp âb [u] hevâsından hazz edüp bu zemînde sâkin olup evlâd [u] ensâbı gâyet çok olup lisân-ı İbrî’den indiyyât bir gayrı lisân-ı turrehât peydâ etdi kim ne İbrî’dir ne Arabî ve ne Pârisî ve ne lisân-ı Derî’dir ve lisân-ı Pehlevî’dir, ana hâlâ lisân-ı Kürdim derler. Bu diyar-ı Mefârikîn’de peydâ olup hala diyâr-ı Kürdistân’da isti’mâl olunan lisân-ı Kürd Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışdır, ammâ vilâyet-i Kürdistân dağistân u sengistân bilâd-ı bîpâyân olmağile on iki gûne lisan-ı Ekrâd vardır kim birbirlerine elfâzları ve lehçe-i mahsûsaları mûğayirdir kim niçesi birbirlerinin kelimâtların tercümân ile anlarlar.”[14]


Gezileri boyunca Evliya bu lehçelerden kısa örnekler verir. Bunlar Sorani lehçesinde (Mifariqin yakınlarında konuşulan) bir kelime listesi, Cezire lehçesinde bir şarkı, Rojiki lehçesinde uzun bir şiir (esasında gramer olarak Türkçe ve yüksek oranda Ermenice kelimeler barındırmaktadır), Hakkari lehçesinde birkaç deyim ve Diyarbakır lehçesinde bir kasidedir.[15]

Tabii ki Miğdişi (ve Evliya’nın erken dönem diğer kaynakları) uzak geçmişte gerçekte ne olduğunu anlamamıza (kurmamıza) müsaade edecek türden kaynaklardan değildir. Yine de bunlar bize Evliya Çelebi zamanında Kürtlerin kendilerini nasıl algıladıkları ve elbette komşuları tarafından nasıl algılandıklarını konusunda bir fikir verirler.


Mesela, Evliya Çelebi, İslam öncesi dönemde Kürdistan’da egemen olan çeşitli İranlı hanedanlardan bahis eder. Kürdistan’ın bütün bölgeleri söz konusu hanedanlara aynı derecede bağlı değildir; bu hanedanların bazıları daha pozitif bir dille takdim edilirken diğerleri hakkında negatif bir dil kullanılır. Yine, Miğdişi’ye dayanarak Shahrazur ismini İranlı, efsanevi ejderha kral Zahhak’ın oğlu Zur’la ve Kerkuk’u; Zahhak’ın torunlarından Umayyad’u Marwan Himar’ın elinden geri alan Mugul Karkuk ile ilişkilendirir. Zahhak’ı yenen Demirci Kawa, Shahrazur sancağında ki bir isimde (Merkawe) yer alır.[16] Sadece efsanenin Şahname versiyonunda ayaklanmadan sonra kral olan Feridun’un ismi, Kürdistan’da herhangi bir yerle ilişkilendirilmez.(Zahhak ve Kawa efsanelerinin bu günkü Kürtçe versiyonlarında da Feridun’un bahsi geçmez.)


İslam’ın Kürdistan’ı fethi, değişik şekillerde Halife Umar ibn al-Hattab, Ali ve Umayyad ve güney Kürdistan’da belirgin bir tercih ile Ali ile ilişkilendirilir.

Çelebi’nin dediğine göre Diyarbakır (Amadiya) Ali tarafından halifeliği zamanında fethedilmiştir. Buna rağmen ismini daha önceki hakimi Anushirwan (Sasani I.Hüsrev)’ın oğlu İmdan’dan almıştır. Ali, 17. yüzyılda bir kuzenini, amcası Abbas’ın oğlu, Diyarbakır’a – Cizre, Hakkari ve Bitlis’te olduğu gibi - bey olarak atar, onlar da kendilerine Abbasiler derler.[17] Bir başka yerde, Sultan Evhedullah’ın adını ilk Kürt Abbasi olarak, yani Bitlis Abdal Han’ın ve diğer Kürt beylerinin atası olarak verir.[18]


Evliya tarafından ziyaret edilen Kürt emirlikleri


Evliya Çelebi, bir-iki emirlikten daha fazlasını ziyaret eden çok az sayıdaki Osmanlıdan biri olsa gerektir. Zamanının çoğunu Bitlis’te geçirmiş ve zamanın edebi temayülüne uyarak ( İdris Bitlisi, Şeref Han Bitlisi, Şükrü Bitlisi ve kimi başka yazarlar gibi) Bitlis hakkında yazarak Bitlis’in emirlikler arasında en medenileşmiş olduğunu belirtmiştir. Fakat Evliya Çelebi’nin yolu, Diyarbakır, Cizre, Hakkari ve Hasankeyf gibi diğer büyük emirlikleri de ziyaret eder ve Kürdistan’ın kuzey sınırındaki daha küçük emirliklerden, yani Çemişkezek, Sagman, Pertek, Palu, Çermik, Genc ve Atak’tan da geçer. İlk üçü (Osmanlılarla ilişkilerini değiştiren emirlikler hakkında Şerefname ilginç bir rakam verir) artık Kürtlerde değildir ama normal bir Osmanlı sancağı statüsündedir. Çelebi, Güney Kürdistan’da (ki Şerefname’nin pek bilgi vermez) Şahrazur’un (başkenti Kerkük) 18 normal sancağın yanı sıra iki tane de tümüyle bağımsız kazası (Gaziyan ve Mehrevan) olduğundan bahseder.[19]


Emirliklerin önemli kasabalarını anlatırken herhangi bir yerde gördüğü kasaba ve şehir anlatım kalıbını tekrarlamasına rağmen ayrıntıların derecesi bir yerden diğerine değişir. Genellikle şehrin Osmanlının egemenliğine geçişiyle neticelenen tarihi bir giriş yapar. Bunu hükümet ve idareyle ilgili bilgiler ve resmi makamların bir listesi takip eder. Ardından önemli yapılar, daima aynı düzende anlatılır: Kale ve şehir surları, camiler, medreseler, derviş tekkeleri, çeşmeler, özel konalar, çarşılar. Her anlatı, nüfus, yerel gelenekler ve kültür hakkında bilgi kırıntılarıyla son bulur.


Evliya Çelebi’nin en tafsilatlı anlattığı Kürt emirliği, Köhler’in ve Sakisian’ın özet çevirilerinden nispeten iyi bilinen Bitlis Emirliği’dir. Küçük emirliklerden bir tanesine örnek olması için Palu anlatımını burada özetliyorum: “…sene 921 târîhinde Selîm Hân vezîri Bıyıklı Mehemmed Paşa’ya hâkimi muti‘ olup yine kendüye mülkiyyet üzre vilâyeti ihsân olunup hâlâ Diyârbekir eyâletinde mü ‘ebbed hükûmetdir. Evlâd-ı evlâda mutasarrıf olurlar. Evâmirlerinde bunlara dahi Cem cenâb yazılır. Eyaleti mahsûlü kendülere hâss-ı hümayun ifrâz olunmuşdur. Taht-ı hükûmetinde timar ve ze‘âmet ve alaybeği ve çeribaşı yokdur. Hîn-ı gazâda hâkimi iki bin asker süvâr olur…Ve âsitâne tarafından yüz elli akçe kazâdır. Müftîsi ve nakîbü’l-eşrâfı ve kethüdâyeri ve yeniçeri serdârı ve dizdârı ve neferâtları yokdur. Ammâ muhtesibi ve şehir voyvodası vardır.”


“….Der-eşkâl-i kal‘a-i Palu: Murâd nehri kenarında hakkâ ki mânend-i Kahkahâ eflâke ser çekmiş bir seng-binâ bir küçük kal‘adır. Ammâ bir tarafdan havâlesi olmamağıla bir vechile zafer mümkin değildir. Hattâ Timur görüp aslâ mukayyed olamayup ubûr etmişdir. Derûn-ı kal‘ada İbrâhîm Beğ’den gayri askeriyle sâkin olur bir ferd-i âferîde yokdur. Ve sâkîn olmak da mümkin değildir zîrâ her bâr kal‘aya urûc etmede usret çekerler. Derûn-ı kal‘ada bir câmi‘ ve cebehâne ve mahzenler ve su sarnıçları vardır. Nehr-i Murâd’a nüzûl eder kayalar içre mestûr bir su yolu vardır….Nehr-i Murâd sâhilinde (…) bin aded tûrab ile mestûr (…) lı hâne-i ma’mûrlardır.”


“…Palu’nun garbında Ergani ve Eğil birer konakdır. Şimâlinde Harput bir menzildir. Kıblesinde Diyârbekir iki menzildir(….) Andan bu kal‘a-i Palu ensesinde Bağın nam bağı İrem-misâl bir köydür. . Kürdîstân içre meşhûr-ı âfâk bir mesîregâh [u] teferrücgâh hıyâbân-ı kuyâhdır. Kim Palu beğlerinin hassıdır. Andan bir nehr-i zûlal bir kayadan tulû‘ eder âb-ı hayâtdan nişân verir. Şattü’l Arab’ın üç başı vardır. İbtidâsı budur kim edîm-i arzda lâ nazîr bir nehri âb-ı hayvândır.”[20] [21] [22]


Bu satırlar tek başına ilginç olmayabilir ama diğer kaynaklardaki bilgilerle ilişkilendirildiğinde Evliya Çelebi’nin gözlemleri, arşiv belgelerine renk ve yaşam katar. Seyahatname’nin tamamında emirlikler üzerine yaptığı bütün gözlemler sistematik bir analize tutulduğunda emirlikler arasındaki fark hakkında daha iyi bir fikir edinilebilir. Evliya Çelebi tarafından sunulan zengin detaylı malzemeye başka bir örnek de, aşağıda ki kısımda ele alınan Diyarbakır ile (yayımlanmamış) ilgili bölümlerdir.

Evliya Amadiya’da


Amadiya, Kürt emirlikleri arasında en özerk ve en güçlü olarak öne çıkar. Evliya Çelebi, diğer herhangi bir Osmanlı eyaletinde olduğu gibi buranın da bir dizi sancağa ayrıldığını gözler, fakat memurluklara yapılan atamalar sultan tarafından veya Irak’taki uygulamanın tersine Bağdad valisi tarafından değil, Amadiya hanı tarafından yapılmaktadır. Sipahi ordusunu besleyecek Osmanlı tımar, zeamet sistemi veya yeniçeri birlikleri ya da eyalette başkaca Osmanlı askeri görevlisi yoktur. Önemli politik müzakerelerde(divan) Amadiya hanı, atanmış biri olan Şahrazur valisinin hemen altında oturmaktadır yani statüsü validen çok az düşüktür. Osmanlının Irak’taki askeri operasyonlarına – Irak’ın, İran kontrolüne geçmesinden sonra geri alınması için yapılanlar– han, silahlı adamlarıyla beraber katılmak durumundadır; Amadiya ve Sahrazur öncü kuvvetleri oluşturmaktadırlar ve birlikler Diyarbakır eyaletinden geçerken de artçı kuvvetleri oluşturuyorlardı.


Amadiya eyaletinin(Bahadinan) sancakları da – Evliya Çelebi, bunlar arasında Akra, Şihoyi, Zaho, Duhok, Muzuri and Zibari’yi sayıyor – özerk, babadan kalan unvanları şekilsel olarak Amadiya hanı tarafından onaylanan beylerin yönetimindeydi. Ayrıca büyük aşiretlerin reislerinin pozisyonları resmileşmişti; Çelebi, Sindi ve Selvane aşiret reislerinin Zaho beyinden resmi tanınma beklediklerinden de bahsediyor.[23]


Evliya Çelebi’nin biraz vakit geçirdiği Amadiya vilayetinin – ki zamanın vilayet yöneticisi Seyyid Han onu Musul kapısı yakınlarında Muzuri Beyinin sarayına yerleştirmiştir- baş kentinde tipik şehirli bir nüfusu vardır. En göze çarpan unsurlar hanın kullarından (nöker) oluşan ve giysilerinden tanınan daimi ordudur. (Aşiret ordularından farklı olarak sadece savaş zamanı toplanmıyorlardı). Ayrıca tüccarlar vardır. Bunlar mütevazı tüccarlardı ve Diyarbakır, Musul ve Bağdad’takilerden farklı olarak uzun mesafe ticaretiyle uğraşmıyorlardı; Bağdat’la ve Kürdistan’ın kasabalarıyla ticaret yapıyorlardı. Üçüncü grup ise Evliya’nın pek az bilgi verdiği zanaatkarlar ve esnaftır (bunlardan bazıları çizgili şal u şapik giyiyorlardı). Evliya Çelebi’yi en çok etkileyen ve kalabalık bir grup oluşturan ulemaydı. Bunlar, hepsi silahlı, kemerlerinde enli hançerler taşıyan, savaşçılıklarıyla övünen ve savaş için tutuşan adamlardı.

Ulemadan biri, Evliya’nın kültürel hayatla ilgili bilgi aldığı Molla Şirwi’ydi. Evliya, Amadiya’nın Kürt kültürünün önemli merkezi olduğunun farkındaydı. Kürt lehçeleri üzerine uzunca bir girişten sonra, Cizre ve Şirvan lehçelerinin diğerlerine göre en rafine ve kibar olduklarını belirttikten sonra (günümüz Türkçesi ile) “en edebi Kürtçe Amadiya Kürtlerinin konuştuğu Kürtçe’dir” der.


Amadiya Kürtçesine örnek olarak, yerel ulemadan Molla Ramazan Kürdiki’nin aşağıda birkaç beyitini verdiğimiz kasidesini alıntılar:


Reyi li Asef diken walih û heyranê ‘işq

Dersê Aresto diden serxweş u sekranê ‘işq

‘Eqlê kul er bête nîv mektebê ‘işqî demek

Dê bibitin mezhekî tiflê hewesxanê işq[24]


Evliya’nın transkripsiyonunu yaptığı bu kaside muhtemelen mevcut en eski Kürtçe şiirdir, çünkü benim bildiğim erken döneme ait Kürtçe el yazması şiirler, çok daha sonraki tarihlerde yazılmıştır. Evliya’ya göre onun Amadiya’da karşılaştığı zengin Kürt şiirinden tek bir örnektir. Belli ki bölgenin kargaşalı tarihi boyunca daha büyük kısmı kaybolmuştur. Evliya’ya dayanarak Melaye Ceziri’nin nadir bir örnek olmadığını ama Kürtçe tasavvufi şiirler yazan, uzunca bir dönem etkili olmuş çok geniş bir çevrenin en çok, belki de en iyi, anılan şairi olduğunu düşünmek mümkündür.


Kürt tarihi çalışmalarında nasıl ilerleme sağlanabilir?


Şerefname Kürt tarihi ile ilgili en önemli ve tek kaynaktır ama tam olarak anlaşılabilmesi için bulabildiğimiz çağdaşı diğer tarihleri bilmek gerekir. Katib Çelebi’nin Cihannüma’sı ve Mustafa Kazvini’nin daha eski tarihli Nuzhat al-kulub’u coğrafi referanslar olarak vazgeçilmez kaynaklardır; tarihi bağlamda Şerefname’nin aynı dönemle ve bölgeyle ilgilenen, büyük İran ve Osmanlı tarihi çalışmalarıyla mukayese edilmesi gerekir (özellikle Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekriyya’sı, Hasan Rumlu’nun Ahsan ül-tevarih’i, İskender Münşi’nin Tarih-i ‘alam-ara-yi ‘Abbasi’si ve Na’ima Tarihi. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin sistematik analizi - güçlükle başlanan - Şerefname’deki bilgileri desteklemekte yararlı olacaktır.


Yine de geriye yapılacak iş kalır. Aslında Şerefname Kürt halkının değil, Kürt hanedanlarının tarihidir. Yukarıdan bir bakışı vardır ve erkeklerin ve (özellikle)kadınların sıradan hayatları hakkında değerli olabilecek pek az şey söyler. Aynı şey Osmanlı ve İran kronikleri için de geçerlidir. Sosyal ve ekonomik tarih için başka kaynaklar bulmalıyız. Evliya’nın Seyahatname’si ise pek çok Osmanlı çalışmasına kıyasla daha az seçkincidir (elitist) ve 17.yüzyılın günlük yaşamı için kaynak olarak kullanılabileceği uzun zamandır bilinmektedir. Elbette, şimdiye kadar ortaya çıkarılmamış ya da az tanınan başka zengin kaynaklar da vardır. Osmanlı arşivleri demografi ve ekonomik tarih üstüne zengin malzemeler ihtiva eder ki bunlardan bazıları son zamanlarda basıldı (bkz. Binark, Göyünç, Hütteroth, İlhan, Sevgen, Ünal, Yınanç). Kürt tarihçilerinin kullanmakta zorlandıkları bir başka kaynak kategorisi de komşu Hıristiyan halkların yazdıklarıdır. Müslüman kaynaklarda olmayan siyasi bir itaat durumunu yansıtan Hıristiyan yazarlar, o dönemin aşağıdan bakışını yansıtırlar. Scher(1910) ve Sanjian(1969) Arami ve Ermeni kroniklerinde Kürt tarihiyle ilgili ne kadar çok malzeme bulunabileceğini göstermişlerdir. Bu dillerin uzmanları ile yapılacak işbirliği Kürt tarihçiliğine ciddi katkı sağlayacak gibi gözüküyor.



.



[1] Çevirenin Notu: İş Bankası Yayınları tarafından 9 cildi yayınlanan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Kürdistan ifadesi kullanılmaktadır.

[2] Seyahatname’nin ilk üç cildi bölümler halinde E.J. Brill tarafından Leiden’da basılmıştır. Bunlar Evliya’nın Kürdistan gezilerini içerir: Martin van Bruinessen & Hendrik Boeschoten(ed), Evliya Çelebi in Diyarbekir(1988); Robert Dankoff(ed), Evliya Çelebi in Bitlis(1990); Korkut M. Buğday(ed), Evliya Çelebis Anatolienreise (1996)

[3] Evliya’nın gezi yolları Dankoff & Kreiser 1992 tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir.

[4]Bak van Bruinessen & Boeschoten 1988, Dankoff 1990. Evliya’nın Bitlis anlatımı ve Kürt beyi Abdal Han’a duyduğu samimi hayranlık gibi konular Köhler(1928), Sakisian(1937) ve van Bruinessen(1992) tarafından çalışılmıştı.

[5]Evliya’nın Sincar Yezidilerini ve Firari Mustafa tarafından mağlup edilmelerini anlatışı, ilk basımdan sonra Menzel (1911) tarafından çevrilmişti.

[6] Üçdal Yayıncılığın Seyahatname’sini kullanan Lale Yalçın-Heckmann (1991:56) Şeref Han ve Sevgen’in (1968-71) yayımladığı Osmanlı dokümanlarının tersine, yerel politika ve Hakkari aşiretleriyle ilgili ilginç antropolojik bilgiler verir.

[7] Meşkure Eren(1960) Evliya’nın ilk ciltte İstanbul’la ilgili kullandığı çok sayıda yazılı kaynağı belirler. Burada ona bir Hıristiyan kitapçı tarafından okunan Yunanca kaynaklarda vardır. Diğer ciltler için benzer araştırmalar henüz yapılmadı ama Eren’in çalışması, Evliya’nın Kürt tarihiyle ilgili kullandığı kaynaklar için iyi bir göstergedir.

[8] Bu ilişkilerin pratikte (resmi kuralların tersine) nasıl yürüdüğüne dair tabii ki sayısız Osmanlı belgesi vardır fakat bunların çözümü güçlükle başlamıştır. Evliya’nın gözlemlerini doğrulayan ilginç bir çalışma Kunt(1991)’un Diyarbakır valiliği hesap defteri analizidir.

[9] Osmanlılarla olan bu savaş çeyrek asır sonra unutulmamıştır ve Evliya, Safavi işgal döneminden sonra kasabaların Hüsrev Paşaya boyun eğmelerini bununla ilişkilendirir. O dönemdeki olayların özeti için bak Longrigg 1925, s.56-68.

[10] Maalesef henüz Cihannüma’nın çözümlemesini yapan bir baskı yapılmamıştır. İbrahim Müteferrika tarafından basılan yararlıdır fakat bilimsel açıdan yetersizdir. Osmanlı-Safevi ilişkileri üstüne sivrilmiş bir tarihçe olan Jean-Louis Bacqué-Grammont bu çalışma üstüne bir kritik yazmayı düşündüğünü belirtmişti.

[11] Bağdad K.305, varak 219a.

[12] Evliya bir çok yerde ki Yezidiler söz konusu eder, sadece Sincar’da kilerden değil(Menzel 1911), Bitlis ve Hakkari(Dankoff 1990)’de kilerden de bahis eder. Kürdistan ve diğer yerlerdeki heterodoks mezhepler için bak Bruinessen 1997.

[13] Bu isim Makdisi’nin bir varyantı olarak ortaya çıkıyor ve bu yüzden bu yazarın Kudüslü olduğu, orada yaşadığı veya Kudüs’e bir hac gezisi yaptığı sanılıyor. Evliya’nın Miğdisi’si Makdisi olarak bilinen Arap tarihçileden biri kesinlikle değildir ve Evliya’nın aktardığı hikayeler büyük Ermeni kroniklerinden herhangi birine uymaz. Bazı bağlamlarda Evliya’nın Miğdişi’yi Ermeni ruhbanın genel adı olarak kullandığı anlaşılıyor.Cf. Dankoff 1986.

[14] Cudi, Kur’an’a göre Nuh’un gemisinin karaya oturduğu dağın adıdır. Genellikle Cizre’nin güneyindeki aynı isimli dağ ile bir tutulur. Sincar Dağı da “Sel” efsansiyle ilişkilendirilir: Cudi’ye varmadan önce Nuh’un gemisi, omurgası Sincar’ın tepesine sürtündüğünde hasar görür.(Evliya tarafından anlatılan bu hikaye, içinde bulunduğumuz asırda Yezidilerden dinlenip kayda alınmıştır Wigram & Wigram 1914: 336). Mifarikin(keza Mayyafarikin, halen Silvan) bir Kürt hanedanın başkentiydi, 10-11. yüzyıllarda hüküm süren Mervaniler,bak. al-Fariki 1984.

[15] Seyahatname IV, Ms. Bağdad Köşkü 305, varak 218b-219a. Evliya aynı hikayenin değişik varyantlarını verir varak 212b, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden 4490 yıl öncesine tarihlenen “Sel” ve Melik Kürdüm’ün Nuh Peygamber hayatta iken Cudi’nin ilk beyi olması. Varak 219a da ki bölümler Kürt lehçelerinin bir dökümüyle ve Evliya’nın Mifarikin yakınlarında kaydettiği bir Kürtçe örneğiyle devam eder(analizi için Bruinessen 1985).

[16] Bruinessen 1985; Dankoff 1991: 127-8

[17] Bağdad K. 305, varak 372a-b.

[18] Bağdad K. 305, varak 376b.

[19] Bağdad K. 305, varak 370b.

[20] Bağdad K. 198a, 198b, 221b, 222b, 224a, 225a, 226a, 233b. Evliya Awhadullah’ın ismini Bitlis’te ‘Abdal Khan’dan duyduğunu ima eder, fakat bu soy Şerefname’de belitilen herhangi bir soylu figürün ismiyle uyuşmamaktadır. Cf. Bruinessen & Boeschoten 1988: 244.

[21] Maaş kadının yargısına verilen öneme işaret etmektedir. Diyarbakır merkezde kadısının maaşı 500 akçe idi.

[22]Müftü ve nakib al-aşraf merkezden atanan dini memurlardı. Onların olmayışı Palu’nun Osmanlı dini hiyerarşisinin dışında kaldığını gösterir, ama kadı, Palu beyi tarafından ya da başka şekilde tayin edilebiliyordu. Bey gelirlerini şehir voyvodası topladığı için muhtemeln onun tarafından atanıyordu.

[23] Bağdad K. 305, varak 84b-85a. Cf. Bugday 1996 : 240-243. Seyahatname’de çeşitli pasajlarda Evliya Palu üzerine ek bilgi verir.

[24] Bağdad K. 305, varak 377a-b.

19 Ekim 2010 Salı

Kürtlerin Aşkı / Ehmedê Xanî



De xelk nebêjin ku "Ekrad
Bê marifet in, bê esl û binyad
Enwayî milet xwedan kitêb in
Kurmanc i tenê di bê hesêb in
Hem ehlê nezer nebên ku "Kurmanc
Işgê nekirin ji bo xwe armanc
Têkda ne di talib in, ne metlûb
Vêkra ne mihîb in ew, ne mehbûb
Bê behre ne ew, ji eşqbazî
Farix ji heqîqîy û mecazi.

Ehmedê Xanî

Ki el demesin "Kürtler
Irfansiz, asilsiz ve temelsizdirler
Çeşitli milletler kitap sahibidir
Sadece Kürtler nasipsizdirler"
Hem düşünce adamları demesin ki " Kürtler
Amaç edinmemişler aşki
Hep birlikte ne isterler ne de istenirler
Hep beraber ne severler, ne de sevilirler
Onlar aşkın tadından yana hepten nasipsiz
Hakiki ve mecazi aşktan da boştur...

Ehmedê Xanî

Kürt Müziği / Christian Poche

 

Kürt Müziği / Christian Poche


Kürt Müziği de Pers müziği ile aynı köklere sahiptir, ancak en büyük özelliği, Hint müziğinde olduğu gibi Oktav’ın  Araştırılmasıdır.(exploration of the oktave.) Bunun temel yapısı ise,Unsurlarının doğaçlama yolu ile her zaman ritmik bir ezgi ile Sonuçlanacak
şekilde süslenmiş ve düzenlenmiş olmasından Kaynaklanmaktadır. Müziksel yapı
olarak ise doğaçlama başlangıçta ölçülü Sonuç kısmıyla dengelenmiştir. Kürt
müziği ne salt eğitimli müzik, ne De salt halk müziğidir, her ikisi birdendir.

Pers müziği gibi, KürtMüziği de coşkulu, duygulu bir müziktir ve kederli
(melankolik) bir Havası vardır. Birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen bu iki
şarkı Tarzı çok farklıdır ve dinlendiğinde pek karıştırılmaz. Pers müziği
dahaRafine iken Kürt müziği daha içgüdüsel ve doğaldir.Ilk bakışta müzisyenlerin sanatlarını icra etme şekli Batılı bir insana ters gelebilir, çünkü ses (sound) olgusunu tanımlamak
İçin kaçınılmaz olan bir terminoloji yoktur. Müzik yapma sanatına İlişkin kesin
terimler bulunmamaktadır; kurallar, şekiller, müzik Gamları, tüm bunlar Kürt
dilinde somut olguları ile ilşkilidir. Temel Anlatımlar günlük yaşamdan alınmış
ve genelleştirilmiş terimler ile İfade edilmektedir.Kürtçe’de "müzik"
sözcüğü "Saz" terimi ile İfade edilmektedir. "Saz", Fars kökenli bir sözcüktür.

Hem müziği veMüzik aletini hem de belirli bir müzik aleti anlamını
taşımaktadır. Aynı Şekilde kullanılan diğer bir terim de tambur’dur. Bu terim
de, hem Genel olarak müziği hem de belirli yaylı sazlari
tanımlamatadır.Tamburun kökeni, uzun süreden beri, farklı düşüncelere konu
olmuştur; Uzun boyunlu "Lavta"nın kökeni 9. yy. Polonya'sında , Arap yazarların,
Sanskredçede araştırılıp ortaya koymalarına dayanılarak inanıldığı gibi
Hindistan'a mı dayanmaktadır ve "ses"i veren enstrüman anlamına mı Gelmektedir;
yoksa bazı uzman kişilerin ileri sürdüğü gibi Sümerler'denMi gelmektedir?
Yoksa, Sarmatyalı, yani Kafkasya medeniyetinin bir Mirası mıdır?Kürt müzisyenleri müzikten söz
ederken, hiç bir Zaman alışkın olduğumuz tarzda şekilsel ya da ifadesel
bağlantılara Değinmezler. Doğaçlama fikrini açıklarken, Kürt müzisyeni,
birEnstrümanı "çalışmak" (working) anlamında "çalışma" terimini
kullanır.Büyük bir yetenekle donatılmış bir müzisyen, ne yapması gerektiğini
Bilen birisi olarak nitelendirilmektedir; bunu yerine getirirken ortayaçıkan
güçlükler ise aşılması gereken bir dağ olarak yorumlanmaktadır.
Müzik şekillerinin oluşturulması, Rymond Ruyder’in 'Lagenese des Jormes Vivandes' adli
kitabında öne sürülen tezlerin biri gibi yaranın İyileştirilmesi olarak
sunulabilir. Belki bir makam şeklini belirtmek İçin –ki buna Kürtler maqamê
demektedir, çoğu zaman kadın ismi, din İsimleri ya da aşiret isimleri
kullanılmaktadır. Örneğin bir Kürt dansi Olan 'Dersem' adını Anadolu'da bulunan
bir bölgeden almaktadır, başka Tanınmış bir dans olan "Şeyxhane" ise Kuzey
Irak’ta Cebel SincarBölgesinden adını almaktadır. Eğer bir makama bir genç
kız adı verilmiş İse, örneğin "Makamê Meryemê", genç kız Meryem’in hatırasının
belli bir Ezgisel motife ilham kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre,
KürtMüziğinde, Hint ve Arap müziğinde olduğu gibi, sonsuz sayıda makamın
Kullanıldığı anlaşılabilir. Ancak bu böyle değil.Gerçekten De, Kürtlerin
müzik sanatı sadece tek bir makama dayanmaktadır. Bu ise,tek bir gamı koruyarak
geleneğini geliştiren kültürün ne denli güçlü Olduğunu göstermektedir. Bu gam
şekline komşu halklar “Kord” ya da “Kurd” demektedir (özelliği ise minor
sekond’u, major sekond’un İzlemesi) ve Ispanya’daki Flamenco müzisyenlerinin
uyguladıkları "Dorik" Makam düzeninden başka bir şey değildir. Ancak Kürtler
kullandıkları buGamın bilincindeler mi?Müziğin kendisi açısından
Kuşkusuz bilincindeler, çünkü müzisyen gam için öngörülen ve tamburanın Ondört
akordunca belirlenen kademelerden saparsa, kendi geleneklerindenAyrıldıkları
hemen anlaşılır. Ancak, Kürtler bu gamı hiç bir zaman “Kord” diye
adlandırmamışlardır. Tam tersine onlar bunu bir halkın ruhu İle
ilişkilendirmişlerdir. Bir Kürd’ün “Kord” makamında doğaçlamaYaptığını
söylemek, bir Perslinin “Şur”u geliştirdiğini, ya da bir Hintlinin “Bhairavi”yi
meydana getirdiğini söylemek kadar saçmadır. DahaTitiz olup; Abdal makami ya
da “Meryem makamı” demek daha doğru olur, çünkü Kord gamını sergileyen Abdal ya
da Meryem şarkılarının yapısıdır.

YAzan :Christian Poche
Ingilizceden çeviren: Huri TuşıkÖzkurt
Kaynak: UNESCO Koleksiyonu

17 Ekim 2010 Pazar

Baba Tahir Uryan ( Hamedani )




“Nezanîn kêmasiyek e, nehînbûn kêmasiyek dubare ye”(Baba Tahir Uryan)
….
“Kürt geceledim,arap uyandım” diyen dünya şairi, filozofu Baba Tahîr Uryanİran’ın Hemedan şehrinde doğmuş, yaşamış ve vefat etmiş bir Kürt şair, feylesof ve Ehl-i Haq (Yarsan, Yaresani, Taife-i San) inancında bir ruhani, bir velidir. Bazı şiirleri, inancın kutsal kitabı olan Serencam’da yer almaktadır. Doğum-vefat tarihleri tartışmalıdır ama 10.yy sonu ile 11.yy başı arasında (937–1010) yaşadığı bilinmektedir. Hemedan’da onun adıyla anılan bir tepede türbesi bulunmaktadır.Hatta bütün Türk ve İslam tarihçileri selçuklu sultanı Tuğrul Bey'in bu tepeye varıp Baba Tahir'den nasihat aldığını yazarlar.Tuğrul Bey Hemedan'a geldiği zaman üç zât vardı. Bunlar: Baba Tâhir, Baba Câfer ve Şeyh Hamşâd'dı.
Bu üç zât, Hemedan şehrinin kapısında yer alan ve Hızır adıyla anılan bir tepenin yanında idiler. Sultan onları görünce bineğini durdurdu. İndi ve Vezir Ebû Nasr el-Kundûrî ile onların yanına gelerek ellerini öptü. Baba Tâhir, Sultana; "Ey Türk! Allah'ın kulları ile ne yapacaksın?" diye sorunca, Sultan; "Siz ne emrederseniz onu yapacağım." dedi. Baba Tâhir; "Muhakkak Allah adâlet ve ihsân yapmayı buyurur." (Nahl sûresi:90) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak; "Allahü teâlânın buyurduklarını yap." dedi. Sultan Tuğrul Bey ağlayarak; "Öyle yaparım." dedi. Baba Tâhir, Sultanın elini tuttu ve; "Benden bunu kabûl et." dedi. Sultan da; "Ettim." dedi. Baba Tâhir parmağında bulunan ve yıllarca taktığı yüzüğünü parmağından çıkararak Sultanın parmağına taktı ve; "Âdil ol!" dedi.Ömer Hayyam ( ö.1123), Mevlana Celalettini Rumi (ö.1273),Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre, Suhreverdiyê Şehrizorî, Molla Sadra, Melayê Cizirî, Ehmedê Xanî, Baba Tahir’in izindedir. Kuşçuoğlu’nun, Esterabad’lı Fazlullah’ın, Fuzlinin, Genceli Nizaminin, Viran Abdal’ın, Şah Hatayi’nin, Pir Sultan’ın, Kazak Abdal’ın, Kaygusuz Abdal’ın pîrî, varı, sözü, özü ve meydanıdır Baba Tahir Uryan.Baba Tahir, İran edebiyatının ilk yazılı kaynağı olarak önemlidir. Baba Tahir, Lori Kürt Lehçesi ile şiirlerini yazmıştır. Burdan, İran yazılı edebiyatının Kürtçe ve bir Kürt şairle başladığı ortaya çıktığından, İran dilbilimcileri Lorî dilini, Farsçanın bir lehçesi olarak kabul etmekte ve böylece soruna çözüm bulduklarına inanmaktadırlar.Baba Tahir, aynı zamanda islam öncesi Kürt edebiyat ve inancının da temsilcisidir.


Delal,her du çavên min qesra te ne

Nav du çavên min cihê piyên te ne

Ditirsim tu xafil gav bavêjî û

Bi mijangê min biêşin piyên te





Çend nimûne ji çarînên Hemedanî
(Bi adaptasîyona Kurmancî ya ku ji alî Beşîr Botanî ve hatîye kirin)

Lûrî

Me ger şîr û piling î, ey dil, ey dil
Be mu dayim be ceng î, ey dil, ey dil
Eger destem resed xûnet birîcem
Biwînem ta çi reng î, ey dil, ey dil

Kurmancî

Me ger şêr û piling î, ey dil, ey dil
D’ gel min her dem li ceng î, ey dil, eydil
Eger dest im giha xûna te d’rêjim
Bibînim ka çi reng î, ey dil, ey dil

Lûrî

Dilem zar û hezîn e, çun nê nalem?
Wicûdem ateşîn e, çun nê nalem?
Be mû waçen kî çun û çend nalî?
Çu mergem der kemîn e, çun nê nalem?

Kurmancî

Dil im jar û xemgîn çawan ne nalim?
Hebûn im agirîn çawan ne nalim?
Dibêjne min çawan û çend dinalî?
Ku merg im di kemîn çawan ne nalim?

Lûrî

Dilî şad ez dilî zareş xeber nî
Selametrû zi bîmareş xeber nî
Ne teqsîrî te în resmî qedîm e
Kî azad ez giriftareş xeber nî

Kurmancî

Dilê şad ageh ji dilê jar nîne
Kesê xoşrewş ageh ji bîmar nîne
Ne b’nasê te ev wêneyeke kevn e
Ku azad ji dîlî agehdar nîne

Lûrî

Be şû mehwî ruxî mehpare hestem
Be roz ez derd û xem bîçare hestem
Tu darî der mekanî xud qerarî
Mûyem kî der cîhan aware hestem

Kurmancî

Bi şev miriyê ruyê mehpare me
Bi roj ji derd û xeman bêçare me
Li şûn û cihê xwe te biryar heye
Ez im ku di cîhanê aware me

Lûrî

Dilî mû xeyrî te dilber nê gîre
Be cayî cewherî cewher nê gîre
Dilî mû sûte û mîhrî te azer
Bî nasûte azer der nê gîre

Kurmancî

Dilê mi’ j’ bilî te dilber na gire
Li cihê gewherê gewher na gire
Dil sotemenî û evîna te agir
Bê sotemenî agir her na gire

Lûrî

Bî te gulşen çu zîndan e be çeşmem
Gulistan azeristan e be çeşmem
Bî te aram û umr û zîndeganî
Hemu xwabî perîşan e be çeşmem

Kurmancî

Bê te gulşen wek zîndan e li nik min
Gulistan agiristan e li nik min
Bê te aram û jî û jiyana min lê
Hemu xewa perîşan e li nik min

Lûrî

Gulistan cayî tu ey nazenînem
Mû der gulxen be xakister nişînem
Çi der gulşen, çi der gulxen, çi sehra
Çu dîde wa kerem ciz te nê wînem

Kurmancî

Gulistan cihê te ey nazenîn im
Ez di gulxen û xwelî de dirûnim
Çi di gulşen, çi di gulxen, çi sehra
Ku çavan vedikim her te dibînim

Lûrî

Xûş an saet kî dîdarî tu wînem
Kemendî enberîn tarî tu wînem
Nê wîne xuremî her giz dilî mû
Me ger an dem kî ruxsarî tu wînem

Kurmancî

Xoş ew saet ku dîdara te b’bînim
Kemendê enberîn tara te b’bînim
Na bîne şadiyê her giz dilê min
Me ger ew dem ku ruxsara te b’bînim

Lûrî

Bure, Bure kî cananem tu yî tu
Bure, Bure kî sultanem tu yî tu
Te xud zanî kî xeyr ez tu ne zanem
Bure, Bure kî îmanem tu yî tu

Kurmancî

Were, were ku canan im tu yî tu
Were, were ku sultan im tu yî tu
Te b’ xwe zanî ku j’ bilî te ni zanim
Were, were ku îman im tu yî tu

Lûrî

Bure rozî kî dîdarî te wînem
Gul û sumbul be dîdarî te çînem
Bure bunşîn berem salan û mahan
Kî ta sîret biwînem nazenînem

Kurmancî

Were rojek dîdara te bibînim
Gul û sumbul bi dîdara te çînim
Were rûnin nik min salan û mehan
Da ku têr te bibînim nazenîn im

Lûrî

Behar amed be sehra û der û deşt
Cewanî hem beharî bud û biguzeşt
Serî qebrî cewanan lale rûye
Demî kî mehweşan ayen be gulgeşt

Kurmancî

Bihar hat, hat ji bo çolê û der û deşt
Biharek bû, ciwanî hat, biguzeşt
Serê gora ciwanan lale zîl dide
Her li dema ku zerî têne gulgeşt

Klasik Kürt Edebiyatı’nın en önemli ve en ünlü ismi olanBaba Tahîrê Hamedanî, 935 yılında Doğu Kürdistan’ın Hamedan şehrinde dünyaya geldi. 1019 yılında ölen ve Baba Tahirê Uryan olarak da tanınan şair, Kürtçe’nin Lorî lehçesiyle şiirler yazdı. Yazılı şiirin öncülerinden biri olarak da kabul edilen Baba Tahîr’in gerçek hayatıyla ilgili gerçek bilgilerden çok onun hakkında kaynaklarda sadece söylencelere rastlanıyor. Sokaklarda çırılçıplak gezdiği ve bu yüzden ‘üryan’ lakabını taşıdığı, kendisine ‘meczup’ dendiği ve günlerce aç dolaştığı anlatılsa da bu söylencelerde, bugün onun 1123′te ölen Ömer Hayyam’dan yüzyıl önce, 1273′te ölen Mevlana Celâleddin Rumî’den iki yüz elli yıl önce çok büyük bir dörtlük ustası olduğunu biliyoruz. Felsefi görüşü, imgeleri ve sınırsız doğa algısı ile kendisinden sonra gelen Ömer Hayyam, Yunus Emre, Mevlana Celaleddinî Rumî, Feqîyê Teyran, Melayê Cizîrî ve Ehmedê Xanî gibi birçok şairi etkiledi. 1880 yılında Edvard Fitzgerald adlı oryantalistin bir araya topladığı 260 dörtlük Baba Tahîr Divanı adıyla, önce Tahran’da ardından İstanbul’da yayımlandı.


ÇARîN
Dilê şad agah ji dilê jar nîne
Kesê xweşrewş agah ji bîmar nîne
Ne b’nasê te ev wêneyekî kevn e
Ku azad ji dîlî agahdar nîne.

Gulîstan cihê te ey nazenînim
Ez di gulxen û xwelî de dirûnim
Çi di gulşen çi di gulxen çi sehra
Ku çavan vedikim her te dibînim

Bela wek remzekê ji bejna te ye
Mecnûnî qismek ji sewda te ye
Gumana min ev e ku xaliqê te
Veşartî î di temaşa te de ye

Dilêm ji derdê te herdem xemîn e
Balîfêm kevir, doşekem zemîn e
Sûcêm ev e ku min ji te hez kirye
Ma her ê j’te hez dike dilbixwîn e

Alemê de kes nebe wek min, amîn
Wek min kes nebe di ev dîn û ayîn
Her ê ku bi halê min bawer nîn e
Weke min be, weke min be, weke min

Her ew ku aşiq e ji can natirse
Aşiq ji zencîr û zîndan natirse
Dilê aşiq weke gurê birçî ye
Ku ew ji heyheya şivan natirse

Ku dil dilber be, lexwe dilber kî ye
Eger dilber dil be, navê dil çi ye
Ez dil û dilber tevlihev dibînim
Nizanim ku dil kî ye dilber kî ye

Biçim ez ji vê alemê bider çim
Biçim ji Çîn û Maçînê dûrtir çim
Ez ê j’dildar re peyamkê bişînim
Ku ger dûrî xweş e ez ê dûrtir çim

Eger destêm bighê çerxa felekê
Ezê gelek tiştan bipirsim ji wê:
“Te bi yekî dayiye sed nîmet
Bi yê din jî nanê ceh tevî xwînê”

Îlahî biçim cem kê biçim cem kê
Ez ku bê dest û pa me biçim cem kê
Hemû min biqewrînin tême cem te
Ku ji te biqewirim biçim cem kê

935-1019 yılları arasında yaşayan Klasik Kürt Edebiyatı’nın öncülerinden Baba Tahir, dörtlükleriyle birçok şairin üzerinde de etkili olmuş bir isimdi.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Kürtleri anlatan ilk film: Zarê



Kürtleri anlatan ilk film

1926 yapımı olan Zarê filmini, Ermeni Sinemasının kurucusu olan Hamo Beknazaryan yönetmiş. Başrolde de, yirmili yaşlarının ortasındayken veremden yaşamını yitiren Ermeni kadın oyuncu Marian Tadevosan ve Avet Avetisyan oynamış. Beyaz perdede, Kürtleri bir halk olarak anlatan ilk film budur. Sessiz olarak çekilen film, yetmişli yılların başında seslendirilerek, Ermenistan'da yeniden oynatıldı. Haklarında fazla bilgi bulunmayan kafkas Kürtlerini iyi anlayabilmek için, Beknazaryan ilginç bir metod geliştirir. Kürtlerle ilgili: İnançlar, karşılıklı ilişkiler, uğraşlar, din ve ahlak, törenler, gelenekler gibi konular belirler. Bu konular üzerinden Kürtleri gözlemler, araştırmalar yapar. Hakob Ghazaryan'ın(Kürtçe alfabe de hazırlamıştır) aynı adlı öyküsünden sinemaya aktarılan filmin konusu, romantik bir aşk hikayesidir.Ama bu aşkın perde arkasında, 1. Dünya Savaşını fon olarak kullanan Zarê, Kürtlerin toplumsal yaşayışına derinden bir ayna tutar. Doğal mekanlarda çekilen filmde, amatör bir çok Kürt de oynar. Bu Kürtlerin rol yapmalarına gerek yoktur, sadece kendilerini oynarlar. Film, Sovyetler'de bir çok kentte seyirci ile buluştu. Moskova'daki galayı izlemeye gidenlerden biri de Stalin'di. Stalin filmden o kadar etkilenmişti ki, yaptığı yorumda: 'Bundan böyle, doğu halklarının hayatlarıyla ilgili filmleri sadece Ermeniler yapsın. Bu konuda eşsizler.' Diyecekti. Zarê, 1931 yılında New York'da Sovyet Sineması Film salonunda da gösterime girdi.

Kürtleri anlatan ilk sesli film Kürtler-Êæzidîler ise 1932 de çekilip, 1933'de Erivan'da ilk kez gösterildi. Bu film, Zarê'ye göre daha politik bir mesaj taşır. Ekim Devrimi'nin kazanımlarının Kürtler üzerindeki etkisini anlatır. Mortirosyan'ın çektiği Kürtler-Êæzidîler filminde, öğretmen olan bir Kürt kadınının, köyüne dönüp, halkına okuma yazması üzerine kuruludur. Okuma yazma ile yükselen bilinç, karşısında eski düzenin köhnemiş geleneklerini bulur. Öğretmen kadın, bütün tehditlere göğüs gerer ve yoluna devam eder.

15 Ekim 2010 Cuma

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim





SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM



Joanne Greenberg (Çeviren: Nesrin Kasap)


 Bu kitap akıl hastası olan on altı yaşındaki bir genç kızın içinde bulunduğu dünyayla bağdaşamayıp oluşturduğu düşsel bir yaşamı ve hastaneye getirilişiyle oluşan üçlü dünyasını anlatıyor.Deborah ,bulunduğu ortamla bağdaşmayı öğrenemediği için iletişim problemi yaşayan ve toplumdışı olmuş bir kişi.



Zekası, sanat yeteneği ve aşırı duyarlılığı ile çoğunluktan farklı.. Gerçeklerden kopup içdünyasında yarattığı gizli güçlerle yaşıyor. Oluşturduğu bu ikinci dünyanın kendine özgü yasaları, kişileri ve dili var. Ancak oluşturduğu dünya ile gerçeklerin çatışması sonucu Deborah zihinsel ve fiziksel olarak yokolmanın eşiğine gelir. Bileklerini keserek ölme girişimi sonucunda ona yardım etme zorunluluğunu hisseden anne ve babası onu bir akıl hastanesine yatırırlar. Deborah hastanede bulunduğu sürece inişli çıkışlı bir çok zorlu savaşım geçirir ve burası onun için üçüncü bir dünya olur.


Deborah zorlu hastane yaşamı sırasında Dr . Fried ile tanışır. Fried , usta bir psikiyatrist olduğu gibi dürüst, sevecen ve kurnaz yaklaşımlarıyla Deborah' ın güvendiği tek kişi olur. Deborah' ın hastane yaşamında normal insanlarla akıl hastaları arasındaki bakış açıları karşılaştırılıyor. Bu bölümde dikkat çeken cümle akıl hastalarının onlarla hastane çalışanları arasındaki tek farkın ellerindeki kilitler olduğunu düşünmeleridir.


Kitapta Deborah ve Dr. Fried arasında geçen ilginç diyaloglar yer alıyor. Deborah hastanede gördüğü yanlış bir uygulamayı doktora anlatıyor. Doktor , yönetici kadrosunda olmadığını ve birşey yapamayacağını söyleyince Deborah " Adalet uygulanmıyorsa , namussuzluk örtbas ediliyorsa ve inançlarını koruyan insanlar acı çekiyorsa , sizin gerçekliğiniz ne işe yarıyor ?" diyor.Doktor " Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim.Ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim ..." diyerek ona mücadele hırsı veriyor.


Kitabın ilerleyen sayfalarında bu mücadeleyi başarıp hastane dışına çıkan ve hayatın dişlileri arasında ezilip tekrar geri dönen kahramanlar tanıyoruz.Deborah ' ın mücadelesini , üç yıllık hastane yaşamı sonucunda liseyi dışarıdan iyi bir derece ile bitirecek ve gözlem altında dışarda yaşayabilecek duruma gelme mücadelesini okuyoruz soluk soluğa.. Ve Deborah' ın tam iyileştiğini düşündüğümüz sırada babasıyla yaptığı bir telefon görüşmesiyle yıkılışını, kendini attığı okul bahçesinde el ele yürüyen bir kız ve erkeği görünce hiçbir zaman oradaki kişiler gibi olamayacağını anlayıp tekrar hastalanmasıyla kahroluyoruz..


Belki bu kitap buruk bir sonla, ummadığımız şekilde bitiyor. Ama okuyup bitirince yaşamda bugüne kadar yervermediğimiz kendi "BELKİ"lerimize ve içinde yaşadığımız toplumun değer yargılarına farklı bir bakış açısı oluşuyor insanda.....


Hazal Sönmez

Nazilere karşı savaşan 700 Kürdün hikayesi



Hitler komutasındaki Alman faşizmine karşı savaşta Kızıl Ordu saflarında yaklaşık 700 Kürt bulunuyordu. Faşizme karşı savaşta bu 700 Kürt’ten 400’ü cephede hayatını kaybetti. Cephe komutanı Sovyet Mareşali Bagramiyan anılarında Kürtlerden, “Vatan savunmasında Kürtler diğer... halkların kahramanlarından daha büyük kahramanlık yaptı. Cephede yer alan Kürtler, Sovyet vatandaşları ve vatanseverleri gibi davranarak yurtlarını savundular. O savaşta tanıdığım Kürt savaşçılar büyük başarılar sarf ederek yaşadıkları topraklara karşı borçlarını fazlasıyla ödediler” diye anlattı.


STALİN'İ KURTARAN KÜRT


Wezire Nadir Almanlara karşı savaşan bir Kürt. Önceleri hukukçu ve şair olan Nadir savaşta gösterdiği yararlılıktan dolayı Rusya Askeri İstihbarat subaylığına alınmış, çok geçmeden de İran bölüm başkanlığına atanmıştı. Nadir görev yaptığı dönemde Türkler Almanların yanında savaşa girmeyi düşünüyordu. Bu yüzden Alman ordularına Kafkasya konusunda destek veriyordu. Nadir, Kafkasya’ya sızma yapan birçok Alman ve Türk ajanını yakaladı. Bu Rusya için çok stratejik bir başarıydı, çünkü Kafkas ve Karadeniz’den Kızıl Ordu’ya gelen ikmal yollarının korunmasının hayati anlamı vardı. 1 Aralık 1943’te savaştan sonra düzenin korunması için Tahran’da ABD, SSCB ve İngiltere liderleri arasında bir zirve gerçekleştirildi. Bu zirvede aynı zamanda BM’de onaylanmıştı. Ancak Alman istihbaratı Tahran’daki toplantıyı önlemek ve Stalin’e suikast için kapsamlı bir plan hazırladı. Bu dönemde askeri istihbaratın bölüm başkanı olarak Stalin’in ve toplantının korunmasına yönelik çalışmaların başında Nadir vardı. Nadir bu suikast planını deşifre edip sorumlularını yakalayan kişi olarak tarihe geçti.

LENİN Madalyası alan Kürt Bekir Mustafayev

Bekir Mustafayev ise 1898 doğumlu olmasına rağmen 1941’de Kızıl Orduya katıldı ve 1942’de cepheye gitti. Kırım savaşında Kerç kentinin yakınlarındaki cephede suları geçmek zorunda olan Kızıl Ordu’nun önünü temizlemek için ağır makinelilerin bulunduğu bir mevziye sızma yaparak 5 Alman askerini öldürdü. Daha sonra mevziye girerek makineliyi çalıştırdı ve saldırıya gelen 4 alman askerini daha öldürdü. Bu çatışmada yaralanmasına rağmen mevzileri bırakmadı. Ona da Lenin Madalyası verildi. Mustafayev savaştan sonra Semerkant’a döndü ve 80 yaşında öldü. Yaşadığı sokağa ve Stalingrat’taki bir okula da onun ismi verildi.


İSMİNİ ALTIN HARFLERLE YAZDIRAN SİYABENDE ALİ


Kürt askerlerden Semed Siyamedov, Rusça’da Palkononiv yani Albay rütbesiyle savaştığı cephede 24 Mart 1945 tarihinde en yüksek derecedeki madalya olan ‘Sovyet Kahramanı’ unvanına layık görüldü. Siyamedov, Kürtçe ismi Siyabende Ali olarak tanınıyordu. Aslında Gürcistan’da dünyaya gelmiş ve işe kolhozda bir çiftçi olarak başlamıştı. Daha sonra ise Ermenistan Komünist Partisi içinde yükselmeye başlamıştı. Siyamedov savaşa gitmeden önce Ermenistan Komünist Partisi Elegez Sekreteri idi. Savaş sırasında bir dönem (Polit Adıl) siyasi komiser olarak bir eğitim tümenin yönetiminde yer aldı. Prusya Cephesi’nde birlikleriyle usta manevralar yaparak düşmana büyük kayıplar verdirdi ve olağanüstü başarılar sergiledi. Ona da Sovyetlerin en yüksek madalyası olan ‘Kahramanlık Nişanı’ verildi. Savaştan sonra Ermenistan Komünist Partisi Politbüro üyesi ve milletvekilli seçildi. Siyamedov’un İsmi halen Moskova’daki İkinci Dünya Savaşı Müzesi salonunun duvarlarında savaşta olağanüstü hizmet ve kahramanlık gösteren altın harflerle yazılan asker isimleri arasında duruyor.


MAMEDOV'UN MANGASI VE MAREŞALİN VEFASI


Kazım Bagiroviç Mamedov ise Azerbaycan’ın Sinixkilis köyündendi. Savaşta manga komutanlığı görevini yürütüyordu. 26 Haziran 1944 Beyaz Rusya’nın Bitiç Nehri kıyısındaki cephede stratejik bir köprünün savunmasını üstlendi. Mamedov’un mangası Alman birliklerinin defalarca gerçekleştirdiği saldırıları kırarak köprüyü inatla savundu ve birliklerin köprüyü geçmesini engelledi. Çatışmalar günlerce sürdü ve Mamedov bu çatışmalarda iki defa yaralandı. Bu Kürt savaşçı Sovyetlerin yüksek nişanı olan Ordin Nişanı ile iki kızıl yıldız ve birçok madalya ile ödüllendirildi.


Kızıl Ordu Yüksek Kahramanlık Ünvanlı Kürt Fiyodir Xatoyeviç Kaloyan


Ermenistan Kürtlerinden Fiyodir Xatoyeviç Kaloyan da 27 Eylül 1944 tarihinde Vitisk Kenti yakınlarındaki Zamosti köyünde savaşta gösterdiği yararlılık ve yüksek cesaretten dolayı tabur komutanı olarak atandı. Kaloyan, 20 Ağustos’ta Kızıl birliklerin saldırısını önleyen bir Alman ağır makinelisine yönelik olarak grubuyla birlikte bir saldırı gerçekleştirdi. Cephaneleri tükenince kendisini ağır makinelinin üzerine atarak arkadaşlarını savundu ve arkadaşlarının mevziye yetişmesini sağladı. Kaloyan, bu eylemde hayatını kaybetti. Kızıl Ordu ona Yüksek Kahramanlık Ünvanı verdi ve madalyasını ailesine gönderdi.


Bagir Ana Mamedov


Türkmenistan’dan gelen Bagir Ana Mamedov, 1941 ağustosunda Baburusk kentinde bir Alman taarruzuna karşı savunma yaparken yaralandı. Hemen cephe gerisinde belli bir tedavi gördükten sonra tekrar ön mevzilere gitti. Bu cephedeki savaşlar o kadar ağırdı ki bazı yerlerde askerler mevzilerde göğüs göğse savaşmak zorunda kalmıştı. Mamedov 15 Ağustosta gelişen bir saldırıda 15 Alman askerini öldürdü. Bu cephedeki askerler o kadar moral verdi ki cephe komutanları onu takım komutanı yapıp Yurdu Koruma Madalyası ile ödüllendirdiler. Arşiv araştırmaları yapan tarihçi X. Çakayev, Beyaz Rusya Cephesi’nde ve gerilla birlikleri içinde 700 Kürt savaşçısının yer aldığını yazdı. Savaşın sonuna kadar bu savaşçılardan 400’ü savaştıkları cephede hayatını kaybetti.


(Kaynak-RAHMİ YAĞMUR -ANF)

14 Ekim 2010 Perşembe

Divan-ı Lügat’üt Türk'te Kürt Ülkesi - Arz’ül Ekrad


Karahanlılar döneminin (840-1212) ünlü bilginlerinden ve ilk Türk dilbilgini olan Kaşgarlı Mahmud, 1072 yılında yazmaya başladığı Divan-ı Lügat’üt Türk’ü 1074′te tamamladı. Araplara, Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek amacıyla yazılan kitap, bir ansiklopedik sözlük çalışmasıydı.

Kaşgarlı, kitabının sonunda çizdiği dünya haritasında Kürdistan’a da yer veriyordu. Arapça diliyle ‘Kürtlerin ülkesi’ manasına gelen ‘Arz’ül Ekrad’ olarak belirtilen bölge, Arz-ı Azerbaycan ve Arzü-d Dayalima (Deylem Ülkesi) topraklarının altında ve Arz-üş Şam (Suriye) ile Arz-ül Irakeyn’in arasında bulunuyordu.

1074′te çizilen bu harita ve Divan-ı Lügat’üt Türk adlı eser milli Türk düşüncesi alanında etkin bir kaynak olmasına rağmen Arz’ül Ekrad, yani Kürt Ülkesi tanımlaması, sürekli olarak görmezlikten gelindi ve çoğu zaman bu tip kaynaklar referans gösterilerek Kürtlerin Türk oldukları iddia edildi.

[Fotoğraf: Kaşgarlı Mahmud’un Balasagun’u merkez alan haritası. Harita üzerinde Latin Türkçe harflerle transkriprasyon yapılmış ve Arz’ül Ekrad siyah ok ile gösterilmiştir.]

13 Ekim 2010 Çarşamba

Göl İnsanları - Evrim Sürecinden Bir Kesit




Göl İnsanları


Evrim Sürecinden Bir Kesit
( People of the Lake - Man, his Origins,


Nature and Future - 1979 )



Yazar: Richard Leakey - Roger Lewin






Göl İnsanları'nda insanın fiziksel, sosyal ve düşünsel evriminin bir kesiti anlatılmakta. 2,5 milyon yıl önce yaşayan atalarımızın yaygın kanının tersine barışçıl varlıklar olduklarını öne süren bu kitap, insanlığın geçmişini, bugününü ve geleceğini merak eden herkesin ilgini çekecektir.



TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 53




Yazar Richard Leakey özetle; Afrika kıtasında Etiyopya ile Kenya arasında bulunmakta olan Turkana gölünün kıyısında, yeryüzündeki binlerce canlı türünden biri olan insanın nasıl ortaya çıktığı, nasıl bir biyolojik gelişim izlediği, onu en yakın akrabaları olan hayvan türlerinden ayıran özelliklerin neler olduğu ve kültürünün nasıl oluştuğu, kültürler arasındaki farklılıkların sebepleri gibi insanlığın kafasını halen meşgul eden sorulara cevap bulmak için yaptığı kazı ve araştırmaları bu kitabına aktarmıştır.



Kitabın ikiden beşe kadar olan bölümlerinde insan evriminin “iskeleti” yani fosil buluntularının atalarımızın biyolojik yapısı konusunda bize verdiği bilgiler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bundan 15 milyon yıl önce Afrika kıtası çok farklıydı. Hint okyanusuna kadar ormanlarla kaplı düz bir kıtaydı. Ama Rift vadisindeki jeolojik devinim sonucunda yerkabuğunun derinliklerindeki magmanın yeryüzüne çıkmasıyla Etiyopya ve Kenya’da büyük yükseltiler oluşmuş. Ana kıta bu basınca daha fazla dayanamayarak ve yerkabuğu çatlamıştır. Afrika’yı, kuzeydoğudan güneybatıya kateden fay hattı çatladı ve bugünkü büyük Rift vadisi oluştu. Volkanların yüksekliği 6500 metreye ulaşmaktaydı. Milyonlarca yılda bu yükseltiler aşınarak bugün bin metreye inmiştir. Bu yükseltiler batıdan gelen yağmur bulutlarının doğuya göçmesine engel olmuş ve o bölgenin ormanlarının seyrelmesine ve bugünkü geniş çayır ve düzlüklerinin oluşmasını sağlamıştır. İlk zamanlar ormanlarda bitki yiyerek yaşayan insansı maymun atalarımız, ormanların azalmasıyla birlikte bu düzlüklerde yaşamaya başlamışlardır. Yazarın teorisine göre, çayırların arasında dolaşan atalarımız önlerini görebilmek için ayağa kalktılar ve belkide topladıkları yiyecekleri taşıyabilmek için ön ayaklarını kullanmak istediler. Böylece dört ayaktan iki ayağa geçiş yaptılar. Bazı fosiller incelendiğinde insanlarda olduğu gibi diz kapağının yuvasından çıkarak öne doğru kaymasını engelleyen bir kemik çıkıntısının atalarımızda da var olduğu bu tezi doğrulamaktadır. İki ayak üzerinde yürümek dört ayak üzerinde yürümekten daha zor ve yorucuydu. Bir de Afrika’nın kızgın güneşi eklenince atalarımızda ter bezleri gelişti ve tüyleri dökülerek cildimizi güneşten koruyan koyu renkli pigmentler oluştu ve derisi koyulaştı. Atalarımızın beyin büyüklükleri araştırıldığında üç milyon yıl önce yaklaşık 1000 cc iken bir milyon yıl önce 1200 cc’ye çıkmış ve bugün 1400 cc civarındadır. Maymunların bir türü bugünkü modern hayvanlar olan bizlere dönüşmüşken diğer akrabalarımız niçin evrimleşememiş ve maymun olarak kalmışlardır? Evrim bir soyun ve türün devamı ve sürekliliği için gereklidir. Ormanlarda yaşayan akrabalarımız ormanın sunduğu refah ve bollukta hayatlarını ve türlerini garantiye almış olarak yaşamaktadırlar, bu yüzden bir evrime ihtiyaç duymamışlardır. Değişen iklim şartları ve arazi nedeniyle düzlüklerde ve seyrek alanlarda yaşamak zorunda kalan atalarımız soyun devamı için evrimleşmek ve bu şartlara uyum sağlayarak hayatta kalmak zorundaydılar.


Altıncı ve yedinci bölümde teknolojik açıdan ilkel, toplayıcı ve avcı insanlara bakarak, ekonominin temelleri ve toplumsal örgütlenme konusuna değiniliyor. Yazar bitki yiyen atalarımızın, düzlüklerde dolaşırken tesadüfen gördükleri bir hayvan leşinin tadına bakarak ve denedikleri etin tadını beğendiklerini, çünkü etin çok lezzetli ve besleyici olduğunu iddia ediyor. O zaman avcılık olmadığından yırtıcı hayvanlardan artan leşleri ve herhangi bir sebebten dolayı yaşlılık, hastalık vb ölen hayvanları toplayarak 25 kişilik klanlar halinde yaşayan kamp yerlerine getiriyorlardı. Kadınlar bitkisel yiyecekleri toplayıp getiriyor ve kamp yerinde bunlar paylaşılıyordu. O zamanlar biriktirme olmadığından toplanan et ve bitkiler hemen tüketiliyordu. Et besin değeri çok yüksek bir besin olduğundan erkekler arasında getirilen ete göre sosyal bir statü kazanılıyordu. Yapılan kazılarda keskin kenarlı taşlara rastlanması etin kesilmesinde kullanıldığını gösteriyordu. Taşları birbirine vurarak kenarlarını keskinleştirmeyi başarmışlardı. Kadınların topladıkları bitkileri nasıl bir torba veya sepete koydukları konusunda ise kullanılan malzemenin hafif olması ve ağaçtan yapılması ihtimalinin hiç iz bırakmadan kaybolmalarına sebep olduğu düşünülmektedir. Kadınların bitki toplaması erkeklerin et bulup getirmesi ilkel toplumlarda ilk karma ekonominin oluşmasını sağlamıştır. Kadınlar bitki toplamaya giderken küçük emzirme çağındaki çocuklarını da yanlarına almak zorundaydılar. Çocuk ayak bağı olduğundan atalarımızın dişileri dört yılda bir doğum yapacak şekilde evrimleşmişlerdi.


Sekizinci ve dokuzuncu bölümlerde zeka, aletler ve dil ile bunların sosyal ve kültürel içeriğine değiniliyor. Akıl teknolojik anlamda başarılı bir hayvan olmamızı sağlar. Kuşkusuz teknoloji üzerindeki egemenliğimiz bizi hayvanlar aleminin zirvesine yerleştirmiştir. Temelde beyinle ilgili üç önemli unsur vardır. Büyüklüğü, genel biçimi ve içindeki sinir liflerinin oluşturduğu girift ağ. Bir hayvanın davranışını yönlendirmede en fazla sorumlu olan bu üçüncü bölümdür. Aynı büyüklükte iki beyni karşılaştırdığımızda sinir hücreleri ağı çok karmaşık olan ile daha basit ve düz olanın davranışlarında büyük farklılıklar ortaya çıkması kaçınılmazdır. Beynin kıvrımları kafatasına iz bırakmaktadır. Amerika’da yapılan bir araştırmada atalarımıza ait olan bir kafatasında beynin kıvrımlarının izine rastlanmıştır. Bugün şempanzelerin davranışlarına bakıldığında kermitleri avlamak için yaprakları temizlenmiş düz ağaç dalları kullandıklarını görüyoruz.



Temelde insan, maymun, fare, ya da kertenkele de olsak, kafatasımızın içinde taşıdığımız beyin, gerçek dünya hakkındaki kendi yorumumuzu oluşturmak içindir. Evrim yelpazesinin çeşitli konumlarında yer alan hayvanlar karmaşıklık düzeyi farklı yaşamlar sürerler. Örneğin yaşamınız bir kurbağanınki kadar basitse, o zaman, dış dünya hakkında çok az bilgiyle yaşamınızı sürdürebilirsiniz. Ama eğer bir kurbağa değil de yabani Afrika köpeğiyseniz kafanızda canlandırdığınız dünya kurbağanınkinden çok daha zengin olacaktır. Böyle olmak zorundadır çünkü görme, koku alma ve işitme duyularınız çok iyi gelişmiştir ve çevik hayvanları avlayabilmek için hemcinslerinizle işbirliği yapmak zorundasınızdır. Bu göl kıyısında tek başınıza oturarak havada uçan sineklere dilini uzatmaktan çok farklı bir yaşamdır. O halde yaban köpeğinin kafasında çok daha girift bir şebekenin var olması şaşırtıcı değildir. Aksi halde o yaratığın bir yaban köpeği olması mümkün değildir.



Bir sürüngenin gözü girift bir yapı içerir. Öyle ki gereken görsel yorumun büyük bölümü retinada yapılır. Beyne aktarılan bilgi çok azdır çünkü buna gerek yoktur. Kurbağalar önlerinden geçen sinek büyüklüğündeki her türlü cisme dillerine çıkarırlar. Lezzetli olup olmaması önemli değildir. 200 milyon yıl önce ilk memeli hayvan türü gelişmişti. Bunlar ufak yapılı ve gece faaliyet gösteren hayvanlardı. Sürüngen görüşü onlar için pek uygun değildi. Böylece doğal seçilim yoluyla etkin bir işitme duyusu gelişti. Gözden farklı olarak kulak, gerekli yorumla mekanizmasını içerecek yeterli yere sahip değildi. Bu yüzden bu mekanizmanın beyinde oluşması gerekiyordu. Bu gelişme beynin evrimsel büyümesinde ilk önemli adım oldu.

 
Bilim adamları, insanın evriminde yükselmesinin simgesi olarak aletleri gördüler. İnsanların geçimini sağlamak için alet kullanan tek hayvan olduğu söyleniyordu. Bu, kendimizle teknolojiden yoksun hayvanlar arasında kesin bir çizgi çekmek anlamına geliyordu. Ama ne yazık ki bu sav doğru değildir. Örneğin deniz samurları kabuklu deniz hayvanlarını kırmak için taş kullanırlar, akbabalar deve kuşu yumurtasını kırmak için gagalarına aldıkları taşı fırlatırlar. İnsanlara mahsus olduğu sanılan alet kullanma özelliği böylece yeterince ihlal edildikten sonra, bu görüşün savunucuları bu kez alet yapımının insana özgü olduğunu ileri sürdüler. Başka hiçbir hayvanın gerçekte alet yapmadığı iddia ediliyordu. Tabi birileri aslında yaptıklarını fark edinceye kadar. Yakın akrabalarımız şempanzeler karınca, termit, bal ve ölü hayvanların beyinlerini daha iyi tüketebilmek için bazı aletler yaparlar. Böylece, sadece bize ait olduğu düşünülen bu teknoloji alanına şempanzelerin de dahil olmasından sonra elimizde daha az etkileyici olan şu iddia kalıyor: İnsan alet yapmak için alet kullanan tek hayvandır. İnsan zekasının olağanüstü gelişiminde tek bir gücün sorumlu olduğu düşünülemez, çünkü evrim böyle tek yönlü işlemez. Ama sosyal ilişkinin gereklerinin, insan beyninin büyümesinde başlıca itici güç olduğunu söyleyebiliriz. Çevremizdeki dünyayı giderek daha fazla şekillendirip irademizi egemen kıldıkça, giderek gerçek bir kültürel hayvana dönüştük. Kültürü atalarımız icat etti ve kültür büyüyüp zenginleştikçe, insan zekasını besleyerek bugünkü noktasına ulaşmasını sağlayan benzersiz bir ortam oluşturdu.



İnsanın akıllı bir kimliğe sahip olması bizimle hayvanlar aleminin diğer mensupları arasında aşılmaz bir uçurum yaratmıştır. Akıllı oluşumuzun önde gelen belirtisi de ifadeyi sağlayan bir konuşma dilinin varlığı yani farklı kelimeleri bir araya getirerek bir konuşma oluşturma yeteneğidir. Hayvanlar otomatik makinelerdir, oysa insan beyninde, sözlü ifade dilinin kıvılcımıyla tutuşan gerçek bir ruh ışıldar. Mekanik ve tekrarcı bir şekilde sözcükler sarf eden papağan dışında hiçbir hayvan konuşamaz. Konuşamayan maymunsu bir atadan bugüne yaptığımız evrim yolculuğunda karmaşık sesleri anlamlı bir şekilde biraraya getirmeyi neden öğrenmiştik? İnsanların çıkardığı sesler sembolik bir biçimde nesneleri ya da olayları temsil eder. Kelimeler rastgele icatlar olduğu kadar, sadece belli bir kültürün içinde anlamlı olan isimlerdir. Dili olmayan bir kültür olamayacağı gibi kültürü olmayan bir dil de olamaz. Insan kültüre sahip olmasaydı yetenekli ama eksik kalmış bir insansı maymun değil, tamamen kafasız ve dolayısıyla işe yaramaz bir ucube olurdu.



Onuncu bölümde cinsellik ve cinslerin rolleri konusuna, onbirinci bölümde saldırganlık ve savaş konularına değiniliyor. Erkekler neden kadınlar üzerinde evrensel bir egemenlik kurmuşlardır? Eğer ebeveynler, şanslı bir genetik sapma yani mutasyonla, mevcut ortamda daha iyi yaşayabilecek ya da farklı bir çevreyi daha iyi kullanabilecek bir yavru dünyaya getirebilirlerse, o zaman gelecekte bu genetik tür egemen olacaktır. Eğer yeni genler avantajlıysa varlıklarını korur ve güçlenerek sürdürürler; eğer öyle değilse, yok olurlar. İşte basit şekliyle, bazı türlerin nesli tükenirken yeni türler de böyle ortaya çıkar. Hayvanlar alemindeki tek ebeveynli ailelerde, bebekle birlikte geride kalan hemen her zaman dişidir. Erkekler süt üreten memeleri olmadığından yavruyu besleme işine katılamıyordu. Anneyle çocuk arasındaki bağ, insan evriminin büyük bölümü boyunca toplumsal yaşamın merkezi olarak kaldı. İnsan evriminden sorumlu başlıca etken, yiyecek paylaşımına dayanan karma ekonominin gelişmesidir. Bu insansı maymunların cinsel sistemini de etkilemiştir. İnsan dışındaki canlıların dişileri sönük bir cinsel yaşam sürer. Aylar hatta yıllarla ölçülen zaman aralıklarıyla cinsel birleşmeye hazır hale gelirler. Buna karşılık insanın dişisi cinselliğe her zaman ilgi duyar. Dahası kilise ne derse desin, cinselliğin üremenin ötesinde anlamı vardır. İnsan psikolojisinin içerdiği bir olgu da kadının orgazmıdır. İnsanda kadının cinselliğine biyolojik bir karşılık olarak erkek, gövde hacmi kendinden üç kat büyük olan goril de dahil olmak üzere bütün maymunlardan daha büyük ***** geliştirmiştir. İnsan cinselliği diğer hayvanlarda olduğu gibi duygusuz değildir. Hatta bazı yazarlar , tüysüz olmamıza yol açan en önemli etkenin, cinsel birleşme sırasında dokunmanın verdiği haz olduğunu savunmuşlardır. Biyolojik açıdan bakıldığında bu, birden fazla erkeğin ilgisini çekerek aralarında en arzu edileni seçmeye yönelik bir mekanizma ya da erkeğin evdeki işbirliğinin çocuğun büyüme sürecindeki ekonomik taleplerini karşılayacak kadar uzun sürmesini sağlamanın bir yolu olarak değerlendirilebilir. Eğer atalarımız üç milyon yıl önce toplayıcılık ve avcılıktan oluşan yiyecek paylaşma ekonomisini icat etmemiş olsalardı, ne bugünkü kadar akıllı ne de birbirimizin cinselliğiyle bu kadar ilgili olurduk. Kadınlarla erkekler arasındaki derin duygusal bağlar, çocuğun bakımında ikinci bir yetişkinin katkısına olan biyolojik ihtiyacın ürünüdür. Cinsellik de bu bağı güçlendirmenin bir yoludur; çünkü büyük bir ödüllendirmedir. Etin tamamının erkekler tarafından sağlandığı eskimo gibi topluluklarda erkekler kadın üzerindeki egemenliğin timsali gibidirler.



Atalarımız kan döken vahşi saldırgan hayvanlar mıydı? Antik mağaraların duvarlarındaki resimler incelendiğinde genelde av ve avcı ilişkisine yer veren resimler çizilmiştir. Atalarımızın icat ettiği taş aletlerin avcılık dışında kullanıldığını gösteren izlere rastlanmamıştır. Bulunan kırılmış kemik parçaları ve kafatasları çevresel şartların etkisiyle oluşmuş olabilir. Bunun için atalarımızı suçlayamayız. Eskiden atalarımızın ölülerin beyinlerini yediklerini özenle oyulmuş kafataslarından anlayabiliyoruz. Bunun sebebi ölen kişinin akrabaları tarafından yendiğinde tekrar canlanacağına ve sürekli onlarla beraber yaşayacaklarına inanmalarındandır. Ne zaman insanlar avcılıktan tarıma geçmişler, göçebelikten düzenli hayata geçmişler ki; bu da onbin yıl öncesine rastlamaktadır, o zaman insan nüfusu hızla artmış, kuraklık vs. sebeblerle ürünlerde azalma olmuş, o zaman fırsatçı insanlar maddi çıkarlar elde etmek için savaşmışlardır. Milyonlarca yıl önce atalarımız birbirlerini öldürmek, yok etmek maksadıyla savaşmamışlardır. Şu anda da süper devletler barışı korumak adına dünyayı yüzlerce kez yok edecek nükleer silahlar yapmışlardır. Üçüncü dünya savaşı bütün insanlığın sonu olacaktır ve akıllı oluşumuz kendi sonumuzu hazırlayacaktır.



İnsanın içindeki işbirliği dürtüsü geçmişte nasıl savaş için kullanıldıysa, aynı dürtünün barışa yöneltilebileceğini umabiliriz. İhtiyaç duyulan şey doğru, siyasal güdülenmedir. Ve bu siyasal güdülenmenin temeli de sadece aynı kökeni değil, aynı kaderi de paylaştığımız gerçeğidir. Bu insan soyunun şimdi kendi seçimiyle belirliyeceği bir kaderdir.



Sonuç olarak ; İnsanın evrim sürecini, sosyalleşmesini, kültürünü, zekasını, cinselliğini kesin bulgular olmadan teorilere dayandıran ve yoruma açık olan bu kitap, bu konularda bilgi sahibi olmak isteyenler için tavsiye edilir.