29 Aralık 2011 Perşembe

DARA JİYANÊ (HAYAT AĞACI)


DARA JİYANÊ (Hayat Ağacı) NOEL AĞACI OLDU. (Selahaddîn Mihotulî-Arya Uygarlıklarından Kürtlere)
 
HAYAT AĞACI: İlk ve Eski Çağ Uygarlıklarında var olan ve zamanımızda da varlığını değişik şekillerde sürdüren öğelerden biri de Hayat Ağacı motifidir. Kürt kültüründe Hayat Ağacı Kültünün kalıntıları; Güneş (-Ateş) Kültünün kalıntıları gibi yaşayan bir öğedir. Çeşitli ilk ve Eski Çağ betimlemelerinde Hayat Ağacı; bir gövde etrafında simetrik olarak dizili yapraklardan, çiçeklerden, veya dallardan oluşmaktadır. Hayat Ağacı ile ilgili en eski örneklerinden biri M.Ö: 4. bine ait bir Sus mührü üzerinde görülmektedir. bu Hayat Ağacına iki yılan(!) koruyuculuk yapmaktadır. Bu mühür baskısında görülen yılanlar ağaçla eşit boyda olup aynı tarafa yönelmişlerdir.
 
Elam (Sus) uygarlığından Sonra Sumer uygarlığında görülür. Dumuzi ile İnanna'nın aşk törenlerde çam ağacı altında (Mezopotamya'da yetişmeyen çam ağacı Kürdistan dağlarından alınmış bir motiftir.) birleşmeleri, Hayat Ağacı Kültünün bir varyantıdır.
 
Daha Sonra Hittitler döneminde bolca örnekalerini görüyoruz. Bundan sdonra geç dönem hatti-Hittit beyleklerinde oldukça çok arkeolojik belge var. Bununla ilgili bir örnek halen A. M. M’de bulunmaktadır. Sakçagözü'nden (Antep yakınlarında) alınan bu orthostad (M.Ö: 8. yüzyıl) kabartmasında Kanatlı Güneş Kursu altında iki kral veya rahip, Hayat Ağacı'na libasyon yaparken görülmektedir. Urartular döneminde (M.Ö:9-6.cı yüzyıl) van dolaylarında çokça örnek var.
 
Hayat Ağacı Kültü, canlılığın sürekliliği temelinde oluştuğu için; bütün öğeleri ve anlayışı ile bu yönde en radikal din olan Mazdaizm (Zerdüştilik) içerisinde anlamını bulmuştur. Bu motifler sonraları başka birçok motif gibi, Hıristiyanların kendilerine adepte ettiği ‘Noel Ağacının’ da kökenidir. Bugün Hırıstıyan Dünyasının Noel Ağacı diye önünde Kült yaptığı ağaç, Köken olarak Kürtlerin atalarına ait
Kürtler döneminde İshak Paşa Sarayında, Hayat Ağacı anıtsal kapının girişlerinde aslan üzerinde betimlendirilmiştir. Mevlana Celaleddin-î Rûmî, Mevlevihanenin kapısındaki kilit taşında sembolik bir ağaçla Hayat Ağacı (Drextê Can) motifini belirtmiştir.
 
Halen Kürt coğrafyasında Bazı yerlerde bulunan ağaçlar kutsal sayılarak onlara «Dara Mirazan (Murat Ağacı) veya Dara Jiyanê (Yaşam Ağacı)» adı verilmektedir. Dara Mirazan (Murat Ağacı) denilmesi insanların bu ağaçlara dileklerini söylemelerinden ileri gelmiş olmalıdır. Birçok yerde tek başına böyle ağaçlar görülebilmektedir. Bu ağaçlar, doğal bir ortamda yetişmektedir. Bu kutsal ağaçlardan bazılarının etrafına taş yığılarak korunmaya alınmışlardır. Yoldan geçenler veya özellikle ziyarete gelenler ağaca su vermekte ve üzerine dua okuyarak su serpmektedirler. "Dara Ziyaretê" de denilen bu ağaçları, ziyaret edenler; dallarına bağlanan bezlere düğüm atarken dileklerde bulunurlar. Ağacın etrafına dolanarak dua yaparlar. Bu tür ağaçları özel olarak ziyarete gidenler burada kanlı bir kurban da vermektedirler. Bunlar yeni şartlarda bir çeşit libasyon sayılıyor.

Ziyaret Ağacının dallarını kesmek veya her hangi bir şekilde zarar vermek çok tehlikeli ve büyük günah sayılır. Bu durumda yapanların ya çarpılacağı veya kendisinin de büyük bir zarar göreceğine inanılır. Bu konuda görüştüğüm birçok kişi; ağaca zarar verenlerin «Çarpılarak Öldüklerini» gözleri ile gördüklerini, kesin bir dille bildirmişlerdir.

Birçok Kürt elsanatları üzerinde hayat ağacı motifi bulunmaktadır. Özellikle Kürt halı kilimleri üzerinde bu motif çokça görülmektedir. Binlerce yıl geçmişi olan Bu motifler sonraları başka birçok motif gibi, Hıristiyanların kendilerine adepte ettiği ‘Noel Ağacının’ da kökenidir. Zira onların geçmişlerinde bunun kökenini teşkil eden örnek yoktur.

(Selahaddîn Mihotulî-Arya Uygarlıklarından Kürtlere adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.)

21 Aralık 2011 Çarşamba

Derwêşê Evdî ve Edûlê Destani




Urfa Viranşehir den şengal dağına kadar uzanan alanda büyük bir Kürt aşireti olan Mılla(Milli) aşireti konumlanmaktadır. Aşiretin lideri Temir Ağa, aynı zamanda Kürtlerin lideri konumundadır. Ayrıca şark aşiretinden de bahsedilir. Yezidi olan bu aşiret de Mılla aşiretine dayanır. Kürtler tarafından Kerdız olarak da anılırlar, oldukça yiğit ve savaşçı bir aşirettir. Mılla aşiretini Araplar kendi denetiminde tutmaya çalışırlarken, diğer taraftan da Tükler talan ve vergilendirmeye dayalı olarak egemenlik sağlamaya çalışırlar. Aslında Mılla aşiretinin somutunda Kürtlere yönelim vardır. Araplar bir gün gelip yedi yıllık vergi isterler. Bu durumu gören Mılla aşiret reisi Temir Ağa, şark aşiretinin lideri olan Evdi Ağaya mektup göndererek destek ister. Evdi: Temir ağanın destek mesajına alır ve Temir ağanın yanında oturan yiğit ve savaşçı Musekê Hemê ile birleşir ve savaş zırhlarını kuşanarak çatışmaya girer. 1700 kişilik arap ordusunu darmadağın ederek ayrılırlar. Daha önce Evdi'nin selamını bile almaya tenezzül etmeyen, ancak yarım saat sonra cevap veren Temir Ağa, bu sefer bizzat kendi hayatını kurtardığı ve teslimiyetçiliğini gördüğü için Evdi'yi misafir olarak evine kabul eder. Onu kadınların olduğu bölüme götürür. Kızkardeşi Rahmene kahve yapmasını söyler. Rahmen kahveyi altın tepside sunar.

Güzel bir kız olan Rahmenden Evdi etkilenir ve aşık olur. Bunu fark eden Temir Ağa, Rahmeni ona vereceğine dair söz verir. Evdi bundan sonra artık hep onun etrafında dolaşır. Bir hafta sonra çocukları aklına gelince Temir Ağadan onları görmek için izin ister.

Evdi ‚çocuklarını görüp bir gün tekrar Temir Ağanın konağına döndüğünde, büyük bir düğün olduğunu görür ve Temir Ağanın çadırında Türk bayrağının asılı olduğunu farkeder. Köle Muhammed, Evdi nun önüne gider " sende vicdan yok. Sen nasıl Rahmenin düğününe gelirsin dediğinde" Rahmenin Bakır Ağaya verilmiş olduğunu anlar. Evdinin yüreğine Kaf dağı kadar bir ağırlık düşer. Temir Ağa onu kandırmıştır. Evdi 1700 kişiye karşı göğsünü siper etmiş, savaşmış, Temir Ağa ise karşılığında onu kendi kadın haremine koyduğu halde, kızkardeşini ona vermemiş ve onu kandırmıştır. Evdi bu olaydan sonra Mılla aşiretinden ayrılır ve Temır ağa için ''O Mılla aşiretinin reisi, ben şark beyiyim diyerek " Bir daha ayağımı onların aşiretinin bulunduğu yere basmayacağım" andını içer ve aşiretini ayırır.

Birbirini izleyen yıllarda Araplar şarklıların Mılla aşiretinden ayrıldığını öğrenince, Mılla aşiretine bir mektup göndererek savaşa hazırlanmalarını söylerler. Araplar bu sefer aşireti tamamen yok edip her açıdan ırzına geçmeyi hedeflemişlerdi. Bunun karşısında çok zor durumda kalan Temir Ağa, aşiretindeki 32 bin beye toplanmaları için haber yollar. Bunlar durumdan habersiz oldukları için, ziyafet verileceğini düşünerek sevinçle gelirler. Aşiretlerdeki bütün gençler, yaşalılar ve kahramanlar biraraya toplanır. Cemaatte üç biçimde oturulur. Birinci; bey ve efendilerden oluşan bölüm. ikinci; kahraman, yiğit ve eşkiyalar. üncü: ise; sakat, ihtiyarlar ve işe yaramayanlar biçimindedir. Cemaat tamamlanıp meclis toplanınca, Temir Ağa kendi nazarına kahve yapıp getirmesini söyler. Kahve gelince Temir Ağa; " Bu kahve ucuz bir kahvedir demeyin, bu kahve kanlı bir kahvedir" diyerek, Arapların mektubundan söz eder. Devamla, " Arapların önüne geçmesek bütün beyliği talan edecekler. Namussa hepimizin namusudur çünkü hepimize yönelecekler. Hanginiz bu kahveyi kaldırsanız göğsünüzü Türk-Arap düşmanlarına karşı siper edip önlerine geçerseniz ve sağ salim dönerseniz. Edulê (kızı)yi size vereceğim. Adulê'nin çeyizini de hazırlayıp, nikahlayacağım" der. Köle Muhammed, kahveyi üç gün-üç gece gezdirir hepsi Edulê'ye göz diktikleri halde kimse cesaret edip kanlı kahveyi alamaz.Temir Ağa bunlardan umudunu keserek, Evdi'ye mektup gönderir. Elçi mektubu götürdüğünde Evdi kendi yaşlılar cemaatiyle oturmaktadır. Mektubu alır, okuduktan sonra yastığının altına koyar ve elçiye "git Temir ağaya söyle o Mılla beyi, ben şark beyiyim. Benim onunla ilişkim kalmadı, ben yeminliyim onun bulunduğu yere ayak basmayacağımder".

Elçi oradan ayrılırken yolda Derwêşê Delalla karşılaşır. Edulêyi uzun zamandır sevmekte olan Delalê Derwêş elçiyi gördüğüne çok sevinir. Derwêş elçiye niçin geldiğini sorunca elçi "Ben bir mektup getirdim. Baban okuyup yastığının altına koydu" der. Derwêş babasının yanına mektupta yazılanları öğrenmek için gider. Babası ‚ "çok büyük bir engel var ki onu aşana Edulêyi verecekmiş'' der. Ama Temir Ağa sözünü yerine getirmeyen yalancı bir insandır. Bir de önüne konulan şart ulaşılmayacak bir şarttır. Gidişi var dönüşü yok. Onun için boş hayallere kapılma diyerek devam eder: Tamam biliyorum. Edulê'nin mor örüklerinin karşılığı sandıklarla altın değil yiğitlerin kellesidir". Derwêş Delale elçiyi göndermesini, büyüklerini dinlemezse pişman olacağını söyler. Baba oğul arasında birbirini ikna etme çabası sonuçlanmayınca Derwêş, cemaate seslenerek kendilerini dinletir ve kararın verilmesini ister. Ayrıca cemmaatten kalbinin kırılmamasını da ister ve aşkını anlatır. Evdi oğlunun yürek acısına dayanamayarak elçiye "Şark aşiretinin beylerinin ve Derwêşin geldiğini iletmesini söyler.


Derwêş arkadaşlarına Kuşanın, Temir Ağanın konağına gidiyoruz" diye seslenir. Bu arada üç-gün üç gece cemaatte dolaştırılan kahve fincanına 32 bin beyden alma cesaretini gösteren kimsenin olmadığını ve Evdiye mektup gönderildiğini duyan Edulê "Bu köpeklerden kahveye uzanacak kadar erkeklik damarı olan bir kişi yok mu ki, Derwêşe haber salınıyor. Derwêşi bu belaya sokacaklar, nasıl olsa ölsede-ölmesede onlar için kardır" diyerek, bu duruma üzülür. Derwêşin başı kopartılmış civciv misali kaderine üzülerek bir şeyler yapmak ister. Bu beylerin karşısına çıkıp bir-iki söz söylemesinin yasak olup olmadığını düşünür, babasına sorarak ricada bulunur. " Babamın beş kızı var ama hiç ağlu yok. 71-72ye dayanmış beli bükülmüş, onun temsilini ben yapabilir miyim? Acaba böylelikle Derwêş gelmeden önce bu beylerden biri namusa gelir de kahveyi alır mı?" diye düşünür. Babası da "Benim oğlum yok, sen benim temsilimi yapabilirsin. Aslanın dişi veya erkek olması fark etmez. Beylerin karşısına geç ne istiyorsan söyle, özgürsün" der. Edulê, cemaatin karşısına çıkar ve şunları söyler: Beyler, ağalar! Hepinize sesim ulaşıyor, hele bir kafanızı kaldırın Mılla ağaları. Ben öncelikle şunu biliyorum: Bir kadına bu kadar ağanın, paşanın karşısına çıkıp konuşmak düşmez. Ben ne yapayım, babamın hiç oğlu olmamış, Kadın olarak karşınıza çıktığım için beni kırmayın, beni dinleyin, bir-iki kelime söyleyeceğim. Babamın başına gelen bu felaketten dolayı hepiniz toplandınız. üç gündür sırtınızı yastıklara dayamış, koyun-kuzu eti yemektesiniz. Ama kardeşler, kaç gündür cemaatte dolaşan kanlı kahveyi de kimse almıyor. Bu Mıllaların bayramıdır, şarklıların değil. üç gündür dünya babama dar geliyor. Niye sizin nazarımızda dolaşan bu kanlı kahve ve kadın haremi karşısında kafanızı kaldıramıyorsunuz?

Öfkeden gözlerim kararıyor:
babam bana ilişkin kararı verdiği zaman ben 21-22 yaşındaydım. Aşiretin binlerce süvarisi ayağa kalkıyor, çevrelerindeki bayrak ve sancaklarla ilerliyorlardı. Viranşehire kadar etkileri sürüyordu. Ordan‚çiyayê şengalê'ye kadar süren etki alanına ağalar gelip ağırlanırdı. Ben atıma binip binlerce ev içerisinde dolaşmaya çıktığımda beni zılgıtlarla karşılarlardı. Beni ayakta karşılamayan tek bir yaratık yoktu. Bütün Mılla ağalarının, reislerinin kadın ve kızlarının karşısında Sembol durumundaydım. Tanrı beni erkek doğurmadı ama, ben babamın temsilini yapıyorum. Fakat bugün 32 bin beyin karşısında hiçbir kıymetim kalmamış. Tanrının katliamına uğrayasıcalar; Derwêşê Evdi gelecek, sırtını sırat köprüsüne dayayacak, önüne de kadın haremini alarak hepinizin nazarında kahveyi kaldıracak. Göğsünü Araplara karşı siper edecek ki, o Arapların atalarının cesetleri hala sahipsiz arazilerde kalmıştır. Ağa ve beylerin hepsinin benzi sararmış, ölü gibi olmuş agalleri düşmüş, bıyıkları bükülmüş. Başlarına gelen felaketin ne olduğunu kimse bilmiyor. Adulênin rengi sararır, kanı çekilir, dişleri ve dudakları titrer. "Şarklı Evdinin oğlu Derwêşin türbesini kazdılar,çünkü onlara göre o buraya gelir ve fincandaki kahveyi içerse, Türklere ve Araplara yönelecek ve dönüşü olmayacak" diye düşünerek, bu oyunu bozmak ister. Edulê ayağa kalkar, " Kaldırın başınızı! iki genç gelecek sizin karşınızda perdenin arkasında beş kızı yatıracaklar. Tanrının bu beş kıza verdiği aşk, olgunluk ve canlılık insanların tümüne acı verdi. Biri beyaz dolunayın 14ü gibi, diğeri aşk ve olgunluğunu erkeklerin güzelliğine verdi. Biri dağların yücelliği gibi kendini gökyüzüne vermiş. Biri Edulê'dir kızıl kanatlarıyla kendini Mılla ailesinin muradına vermiş. Üşte ben hepinizin karşısında duruyorum. Bu Agit ve kahramanlardan biri kahveyi içsin. Derwêş'in yolu dumanlıdır, gelinceye kadar alın, göğsünüzü hainlere ve düşmana siper edin .




O anda elçi, şarklıların geldiğini haber verir,Temir Ağa; Derwêş geliyor mu? diye sorar. Paşa seslenir: Mıllalar! Demeyin paşa bize demedi. şarklıların erkekleri geliyor, kimse atlarının başını tumasın, selamlarını almasın, kiymet vermesin. Adulêyle beş kız çadırlarının kapısını açıp bakarlar ki şarklılar gelmiş, şarklılar cemaate girerler, selam verirler ancak selamları karşılanmaz.Evdi ile ömer Paşanın yanına otururlar, bakarlar ki herkesin benzi solmuş ve başlarını öne eğmişler. Cemaatin içine Derwêş gelince Edulê " misafirimize, kahveyi akşamdan beri hazırlamışım, fincanı kendi ellerimin üstüne koydum, sevda kafama vurdu, aşk bedenimi sardı, bilmiyorum acaba ayaklarım onun ayakkabısına mı değdi, bütün vücudum titredi. Yarın on iki süvarimiz 1700 Türk-Arap güçlerine karşı kılıç kalkan sallayacak, ben 41 Mılla kızını alıp kendimi Dicle suyunun kenarına bırakacağım. Dicle nin suyu kabarıktır " der. Derwêş kahveyi içtikten sonra on iki süvariyle birlikte Musul ovasına savaşa gider. Savaş bir tufan gibi kopar, her taraf duman içerisinde kalır. Yaşlılar bastonlarına dayanmışlar, genç gelinler kınalı elleriyle dışarı çıkmış seyretmektedirler. Herkes; " nedir bu bizim Kürtlerin başına gelen? diye yakarır" . Derken savaş biter ve on iki süvari dönerler ama Derwêşe Evdi aralarında yoktur. Adulê " Bir süwari geliyor aşağıdan. Derwêş kendini aşağıya bırakalı üç gün-üç gece oldu, hiçbir haber yok" der. Derwêşin merakında olan Edulê Süvariye yaklaşarak; " Delalım nerededir" diye sorar. Süvari " Ey gelin! Birçok delal varki, gelinler kınalı elleriyle Delallerini bekliyorlar. Bu delallerin birisi yaralı Sivereke gitmiş. Sen bana söyle, senin Delalinin işareti nedir? " der.

Edulê " Benim delalimin işareti bellidir. Elbisesi melesindir, omuzundaki zırhı davudidir, onun üzerinde agani bir aba vardır. Delalın göğsünde zırhlı gözlük, belinde kemeri vardır. Delalın şalvarı felemindir, ayakkabısı kız bağıdır. Delalın kafasında sarık var, kızıl bıyıkları var, Urfa kınasıyla yakılmış, yanakları nar gibidir. Delalın kalkanı Amedidir, kalkanın ucu Adulênin örükleriyle süslenmiştir" der.

Süwari, "Edulê senin dediğin şarklı Evdinin oğlu Derwêşdir ki, kanlı fincanı kaldırmış, Musul ovasında Türk ve Arap düşmanının gözlerini korkutmuş. Ne kadar yaralı ve ölü varsa onun eliyle olmuştur. O kaç tane eli kınalı gelinin ocağını yakmış. Fare delikleriyle dolu bir topraktan geçerken atının ayağı kırılmış, at onu sırtından atmış ve Derwêşin bütün kemikleri kırılmış. Git Musul ovasında onu sağ olarak gör." der demez, Adulê kendini ovaya bırakır.
Edulê musul ovasında yerdeki süwarinin yanından geçer ve bakar ki Delali yaralıdır. Edulê oturur ve şu ağıtı söyler : " Koşarak Delala ulaştım. Namus kanı zırhından akıyor. Delal yedi yerinden yaralıydı. Ama yüreğinin üstündeki yara çok derindi. Yarasına dokundum ve baktım at ciğerine vurmuş tabii; biliyorum ki, Kürt atları bile kinlidir. Yere düşünce beli kırılmış. Göğsüne vurulan darbeyle birlikte dört damarı kopmuş".

Ağıtlarına devam eden Edulê: " Delal kalk! Boyum posum incedir. Senin için büküldü, alnım aktır, sana açıktır. Kaşlarım incedir, kirpiklerim karadır, gözüm belektir ve senin için sürmelidir... Ben bu dünyada hiç kimseye layık değilim, ben ne Rumlara, nede Türklere layığım. Ben şarklı Evdinin kına bıyıklı oğluna layığım. Alevler içindeki şengalımın mezarlarına, karanlık türbelerine layığım. Delal: ben senden sonra kalmacağım. Artık kimseye Yemen kavhesi pişirmeyeceğim. Paşanın cemaatinde gezdirmeyeceğim. Boyumu posumu hiç kimse için süslemeyeceğim. Senden sonra bahtım kara olacak, hiçbir dilek ve muratta bulunmayacağım. Hiçbir beşiğin önünde oturup sallamayacağım. Dağların üzerine çıkıp ağıt yakacağım, kanlı gözyaşı dökeceğim, göğsümü hiç kimseye göstermeyeceğim. Delal, sen babamın evinin misafirisin" .

Dağlara çıkıp diyeceğim Delal Bütün çobanların kavallarıyla diyeceğim Delal; Ben süvarilerin gelini olacağım Delal... " der ve dediği gibi yapar.

Bu destanın en belirgin yanı, aşk ile mücadele arasındaki bağlantıdır. Destanın kadın kahramanı Adule, kendisini tam anlamıyla aşiret olarak ifade edilen ülkesine adamış, ancak ülkesi yabancı güçler tarafından tehdit edildiği için, sevgisini bu tehdide karşı savaşmayı göze alan yiğit cengavare vermektedir. Destanda bu yiğit Derwêşe Delale olarak adlandırılmaktadır. Destanın anlatımında da görüldüğü gibi Derwêş aynı zamanda ülkeyi temsil etmektedir. …örneğin Edulê savaştan dönen süvarilere Derwêşi tarif ederken, Kürdistanın her yöresini temsil eden özelliğini anlatmaktadır. Ayrıca Derwêşin ölümüne neden olan at darbesi iç ihaneti hatırlatırken, atın tekmesiyle ölümüne yol açan yüreğinde kopan dört damarı da, Kürdistanın dörde parçalanmışlığını anımsatır. Derwêşin atının fare delikleriyle delik-deşik edilmiş bir zeminde ürküp onu sırtından atması, düşmanlar tarafından kemirilmiş, zedelenmiş Kürdistan zemininin gerçekliği vurgulanarak, trajik bir sonu göstermektedir. Derwiş düşüş sonucu aldığı darbelerden dolayı yaşamını yitirmez. İhanet tarafından yüreğinden yediği darbe sonucu yaşamını yitirir. Buna ek olarak Edulê'nin ağıtında, kendisini başka hiçbir ulusa adamayacağını söylemesi, tam tersine Delalê, onunla beraber dağların süwarilerine adayacağını söylemesi, kendisini ulusunun kurtuluş mücadelesi için adayacağının yeminidir. Bu da gösteriyor ki, Edulênin aşkı özgür toprak aşkından bağımsız değildir.

Trajediyi hazırlayan diğer önemli bir gerçeklik de başarıya karşı duyulan umutsuzluktur. Kanlı kahvenin üç-gün üç gece dolaştırılmasına rağmen, 32 bin beyden hiçbiri bunu kaldırarak savaşı göze almaması, umutsuzluğun somut ifadesidir. Bu yetmiyormuş gibi savaşı göğüslemek isteyene türbe yaptırmaları peşinen yenilgiyi kabul etmeleriyle bağlantılıdır. Onlara göre Derwêşin düşmana karşı yapabileceği en büyük başarı, savaşıp ölmesidir. Bu bakış açısı ancak birçok değeri kaybetmiş, silikleşmiş ve en önemlisi de ihanete bulaşmış topluluklara aittir. 32 bin beyliğin hepsi Edulêye karşı duydukları arzuya rağmen bunun bedelini ödemeye yanaşmamaları, ulusal bağımsızlığı isteyip de gereken savaşımı vermemeye benzemektedir.
Burada özel olarak Kürt gençliğinin çıkarılması gereken derslerde vardır. Edulê ve Derweş her ikisi de gençtirler. Bu tarihsel destan bu iki kahramının şahsında Kürt gençliğine nasıl bir duruş sahibi olmaları gerektiğini de hatırlatıyor.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Osmanlı Devleti’nin hazırladığı devlet mühürlü tarihi ‘Kürdistan’ haritası

ABD’nin Irak işgali sırasında devlet belgeleri arasından çıkardığı Osmanlı Devleti’nin hazırladığı devlet mühürlü tarihi ‘Kürdistan’ haritası kamuoyuna açıklandı. Haritada Kerkük kentinin Kürdistan sınırları içerisinde olduğu açık bir şekilde gösteriliyor. 


Amerika’nın Irak’a Mart 2003’te başlattığı savaş sırasında lrak’ın gizli arşivlerinden ele geçirilen Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait Asya kıtası coğrafya haritasında, Kürdistan’ın konumu ve Kerkük kentinin Kürdistan’ın ortasında yer aldığını gösteren belge yayınlandı. Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) sitesinde yayınlanan belgede, Kürdistan’ın tarihi coğrafyası açıkça ortaya konuluyor. Irak’ın Osmanlı İmparatorluğu denetimi altında olduğu dönem çizilen haritada Kürdistan anlatılırken, Kerkük bir Kürt ili olarak haritada yer alıyor.

Abdulhamid döneminde hazırlandı


Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken, geride Kürtlerin tarihine ışık tutacak bu belgeyi bıraktı. ABD’nin ırak işgalinde devlet belgeleri arasından çıkarıldığı belirtilen haritanın, 1893 yılına ait olduğu kaydediliyor. Sultan Abdulhamid döneminden kalma haritada, Kürdistan sınırları çiziliyor ve Kerkük’ün de Kürdistan’ın orta yerinde olduğunu gösteriyor. Yıllarca lrak’ın gizli arşivlerinde korunan bu haritanın, 2003 yılındaki ABD işgali sırasında Kürtlerin eline geçtiği kaydedildi.


Ele geçirilen bu tarihi belgenin ABD tarafından Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’ye verildiği belirtiliyor. Talabani ise, lrak Geçici Yönetim Konseyi Başkanı olduğu 22 Mayıs 2004 tarihinde bu haritayı konsey toplantısının Kerkük’e ilişkin oturumunda lraklı liderlere göstererek, Kerkük’ün Kürt kenti olduğunu ispatlamaya çalışmıştı.


DİHA / KERKÜK

12 Haziran 2011 Pazar

Kürdün Kızı / Aso Tija Sodir





Taş
Toprak
Harman yeri
Feodal güzergahlar
Oyalı hasret kokusu
Sevdası dillederde destan
Eski zamanlardan kalma
Bir türküsü var civanımın,
Dağlarının
Dağlarının ardında
Kül karası savrulanda
De sen söyle,Kürdün kızı
Kimindir
Bu dağlar
Bu taşlar
Nereye akar Munzur
İsyan ne kadar meşrudur
Gözlerinin deltasında
Gözlerin ki kahverengi bal tadında
De sen söyle Kürdün Kızı
Hızır aşkına
Tuz ekmek hakkına
Güneş kime doğar
Gün kime
Gece kime
Sevda kimedir
Kimedir bu ,
Yüreğimdeki kor
Yorgun ütopyasında
Hükmü zor
Hamurabi mührüdür
Kara sevdası
Kara bahtıyla
Harmanlarken toprağı
De sen söyle kürdün kızı
Kimedir bu feryad-ı figan
Soluk soluğa


ASO TİJA SODİR

9 Haziran 2011 Perşembe

Selahaddin Eyyubi El-Kurdî






Selahaddin Eyyubi (d. 1138, Tikrit – ö. 4 Mart 1193, Şam) Hıttin Muharebesi ile 2 Ekim 1187′de Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinden alarak kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son verdi. Akabinde Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirdi. En güçlü olduğu dönemde Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen egemenliği altına aldı.  Irak’taki Selahaddin ili ve Selahaddin Kartalı halen  adını taşımakta. Orijinali İskenderiye Kütüphanesinde bulunan Selahattin Eyyubi’nin el yazması günlüğünün, Fransız Gazetesi Genevieve Chauvel tarafından romanlaştırılmış, “Ben Selahattin” isimli kitapta şöyle diyor: Halife öldüğünde 21 yaşındaydı. Arkada 4 dul kadın, 11 erkek ve 4 kız evlat, 152 hizmetçi, muhteşem bir saray ve bir servet bıraktı. Sarayın kütüphanesinde 200 binden fazla kitap vardı. 


“Bunları yazmaya başlamadan önce kendimi tanıtayım.” Evet, Selahattin’in ağzından hep birlikte Selahattin’i tanıyalım. 


“Önce, ben Kürdüm. Ramadi aşiretindenim. Bu aşiret, Kürdlerin en eski ve asil aşiretlerinden biridir. Aşiretin yerleşik yeri, Batı Azerbeycandır. Dedem Şadinin babası Mervandan önceki soyumuz üzerine fazla bilgim yoktur.


Bizim beşiğimiz sayılan Dovin, 10. yüzyılda Küçük Ermenistan’ın başkenti idi. Buraya İç Ermenistan da diyorlardı. Amcam Şêrkoh ve babam Eyup Dovin’de dünyaya geldiler. 1128’de Dovin Türkmenlerin saldırısına uğradığında, dedem Şadi iki oğlunu ve karısını yanına alarak, canlarını Türkmenlerin acımasız katliamından zor kurtarmışlardır. Türkmenler acımasız bir katliam, büyük bir tahrip ve vicdansızca bir talanla Dovin’i yerle bir etmişler. Bununla birlikte, bizimkiler de bütün varlıklarını Türkmenlere kaptırmışlar, sadece canlarını kurtarabilmişlerdir.


Bu katliamdan kurtlan dedem Şadi, Bağdat’ı hedef alarak güneye doğru kaçmaya devam ediyor. Bağdat, o sıralar halifeliğin merkezi ve Selçuklu hanedanlarından Melik şah’ın oğlu Sultan Muhammed tarafından yönetiliyordu. Dedemin eski dostu Behruz da burada vezirdi. Bu Behruz, daha önce Dovin’de bir esirdi. Dedem bunu buradaki esaretten kurtararak, İsfahan’daki Selçuklu sarayında prenslere öğretmen olmasını sağlamıştı. Sultan Muhammed Bağdat’a yönetici olunca, hocası Behruz’u da buraya vezir yapmıştı.”


“Bağdat’a vardıklarında dedem Şadi, eski dostu ve Bağdat Veziri Behruz’u görebileceğini ve ondan yardım alabileceğini düşünüyordu. Aile Bağdat’a vardığında doğruca saraya gittiler. Vezir Behruz, dostu Şadi’yi çok iyi karşıladı. Hal hatırdan sonra Şadi olanları Behruz’a anlatıyor. O da büyük bir dikkatle dostu Şadi’yi dinledikten sonra, “Şadi” diyor “Allah seni bana gönderdi. Pek yakında Tikrit’i aldık. Orada yöneticimiz yoktur. Seni Tikrit’e yönetici olarak atıyorum ve bundan sonra senin unvanın ‘Dizdar’ olacak. En kısa sürede Tikrit’e gideceksin, görevine başlayacaksın.”


“Tikrit’e geldikten kısa bir süre sonra dedem Şadi öldü. Mezarı Tikrit’tedir. Yerine büyük oğlu babam Eyup geçti. Babama da ‘Necm ed-din’ unvanı verildi. Dinin yıldızı. Babam, Iraklı bir aşiret reisinin kızı El Harimi ile evlendi. Bu evlilikten ağabeyim Şahin şah ve Turan Şah, sonra üçüncü oğul olarak, 1137’de ben dünyaya geldim. Ama tanrı, beni çok ilginç bir şekilde dünyaya gönderdi.


Amcam Şêrkoh, vezirin çok sevdiği hukukçu bir gence kızıp, bir kılıç darbesiyle kellesini uçurunca, vezir de babamın bütün yetkilerini elinden alıyor ve “şafak atmadan Tikrit’i terk et, yoksa daha çok kelle uçacak’ diyor. Bunun üzerine bütün aile, hemen yol hazırlıklarına başlıyor. Tam bu sırada, ben annemi sıkıştırıyorum ve kadınlar bölümünde annemin sancıları tutuyor. Şafak atmadan beni bir kundağa beliyor, bir hizmetçinin kucağına tutuşturuyorlar, kervan Musul’a doğru yola koyuluyor. Ancak ikinci günü akşam, kervanın konakladığı yerde benim doğumumu kutluyorlar. Babamın anlattığına göre; çok cılız ve çelimsiz bir çocuk olduğum için, öleceğimi düşünerek, istemeyerek bana Yusuf adını veriyor, ikinci adımı da Selahattin koyuyor. Daha sonraları Selahattin benim birinci adım oldu.”


“Babam Eyup Tikrit’ten sürüldükten sonra, hedefi Musul olarak seçiyor ve yoluna devam ediyor. Çünkü Musul’un yöneticisi Zengi babamın çok iyi bir dostu idi. Ben doğmadan önce 1132’de, Tikrit yakınlarında, Zengi Selçuklulara yeniliyor ve kaçıp babama sığınıyor. Babam da, Zengi ve adamlarının canını kurtarıyor ve Musul’a yeniden dönmesine yardımcı oluyor. Aile Musul’a vardığında Zengi, dostu Eyüp’e vefa borcunu fazlasıyla ödemeye çalışıyor.


Bize Dicle’nin kenarında büyük bir bahçenin içerisinde, taştan ve çamurdan yapılmış çok büyük iki katlı bir ev verdiler. Musul’un çevresi uçsuz bucaksız okaliptüs ormanlarıyla kaplıydı. Bahçemiz portakal, limon ve diğer bütün meyve ağaçlarıyla doluydu. Annem son derce becerikli ve zevkli bir kadındı. Bin bir çiçekle dolu olan bahçemizi daha da zenginleştirerek gerçek bir cennete çevirdi.


Zengi’nin düşmanları da çoktu. İran Selçukluları, Şamdaki Nusayriler, Diyarbakırlı ve Erbilli Kürdler ve batıdan gelen Franklar. Biz Musul’a varır varmaz, babam ve amcam da Zengi’nin ordusuna katılarak Frankları denize dökmeye gittiler. Annem üç oğluyla yalnız kaldı. Benim çelimsizliğime çok üzülen annem, bütün zamanını bana ayırıyor, beni ipek kundaklara beleyerek büyütüyordu.


Zengi, Şam ve çevresinde stratejik önemi olan bir çok kaleyi alıyor, bunların en önemlisi olan Baalbek’e babamı komutan olarak atıyor. Babam buraya yerleşir yerleşmez, bizi Musul’dan almak üzere adamlarını gönderiyor. Ben artık büyümüştüm ama babamı hiç görmemiştim ve sesini hiç duymamıştım. Sadece beni ipekli ve kokulu kundaklara beleyen ve güzel sesiyle ninniler söyleyen annemin sesini duymuştum. Baalbek’e vardığımızda, altın takılarla bezenmiş ipek kalpaklı resmi elbiseler içerisinde bizi karşılamaya gelen babamı görünce, korkudan ağladım ve annemin arkasına saklandım. Ayrıca bu heybetli adamın, annemin gözlerine bakarak ağladığını gördüm. Annem de bu heybetli adamı teselli etmeye çalışıyordu. Büyüdükten sonra öğrendim ki, babam bizden ayrı kaldığı üç yıl içerisinde başka bir kadınla evlenmiş, annemin de bundan haberi yokmuş.”


“Ben çok güzel bir şehir olan Helipolis’te büyüdüm. Babam buraya bir cami ve sofiler için de bir manastır yaptırdı. Babamı resmi elbiselerinin dışında ve geleneksel Kürd kıyafetlerinin içinde görebilmek için, hep ikindiyi beklemek mecburiyetindeydim.


Amcam Şêrkoh, ağabeylerime savaş oyunlarını öğretmeye başladığında, ben çelimsiz halimle onları kıskanırdım. Bu arada okula başladım. Hocalarım sufilerden oluşuyordu. Okumayı öğrendikten sonra, en çok okuduğum sufilerden Gazali beni etkilemiştir.


Bize bu güzel yaşamı sağlayan Zengi 14 Eylül 1146’da öldürüldü. Kısa bir süre sonra Şam’ın büyük ordusu kapımıza dayandı. Amcam Şêrkoh’un girişimleri sonucu çok sayıda Kürd aşireti bizi destekledi. Taraflar büyük kayıplar verdiler. Babama pazarlık yapmaktan başka çare kalmamıştı. Böylece Baalbek eski sahiplerine verildi. Buna karşılık Şam’da bir ev ve arazi aldı, böylece Şam’a taşındık. Amcam Şêrkoh gizlice Zengi’nin adamlarıyla buluşur, Halep yöneticisi Nurettin’e katılır. Burada Franklara karşı başarılı savaşlar yaparlar. Bu da Şam komutanını korkutmaya başladı.


Şam’da hocalarım artık Sufiler değildi. Burada matematik, tarih ve coğrafya derslerini sevmeye başladım. Hocam Abu Taman, Kürd dili, tarihi ve geleneklerini bana öğreterek, benim bütün hayatımı değiştirdi ve hayatım boyunca onun etkisinden kurtulamadım.”


“24 Temmuz 1148’de sabahı Frank ve Alman birleşik ordusu Şam’ı kuşattı. Bunlar daha önce Kudüs’ü almışlardı, sıra Şam’a gelmişti. Çok kanlı çatışmalar oldu. Franklar, Arapların da biz desteklemeye geldiklerini duyunca, savaşmayı bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşı kazandık ama çok sayıda ölü verdik. Bu savaşta büyük abim Şahinşah da hayatını kaybetti. İki küçük oğlu öksüz ve karısı dul kaldı. Babam çok üzgündü. İlk defa bana yaklaşarak başımı okşadı, ‘artık sen benim ikinci oğlumsun’ dedi ve ben çok mutlu olmuştum.
Savaştan kısa bir süre sonra vezir öldü. Sultan da babamı komutan olarak atadı. Muhtemel Arap saldırılarına karşı tedbir alıyordu. Artık babam benim atlara binmeme ve savaş oyunlarını öğrenmeme izin vermişti. Ama şunu unutmamam gerekiyordu: ‘Ben bir Kürdüm ve Başkomutanın oğluyum.’ Artık ince bedenim ata binmeme çok uygundu. Bu da beni sevindiriyordu.


Halep Komutanı Nurettin, komutanı Şêrkoh’u babama gönderiyor, güçleri birleştirmek istediğini söylüyor. Babam da bunu kabul ediyor. Böylece de Şam Valisi oldu. Ben o zaman 16 yaşındaydım. Sultan, bütün toplantılarında beni yanından ayırmıyordu. Kendisi entelektüelleri, filozofları, düşünürleri, şairleri ve din adamlarını çok severdi. Bunlara sık sık davetler verir, sohbetlerini dinlerdi. Bu davetlere ben de katılırdım. Bazen ava çıkardık; panterleri, geyik kovalayan çıtaları ve aslanları seyrederdik.


Mart 1164’te Sultan Nurettin, Generali Şêrkoh’a Kahire Seferi için emir verdi. Amcam Şêrkoh beni yanına çağırarak; ‘Yusuf, sen de benimle geliyorsun’ dedi. Ben o zaman 27 yaşındaydım. 1 Nisan 1164’te Sudan Kapısından Şamdan çıktık. General Şêrkoh, on binlerce Kürd süvariden oluşan ordusuyla gurur duyuyordu. Mayısın başı 1164’te zaferle Şam’a geri döndük. Bu savaşta gösterdiğim başarı, sevk ve idaredeki becerim nedeniyle, Sultan Nurettin beni ‘Şina’ ilan etti. Böylece de 27 yaşımda, koca Şam’ın Emniyet Müdürü olmuştum. Akşamları sufi arkadaşlarımla buluşuyor, saatlerce zikir çekiyorduk. ‘La ilahe illallah’ diyerek, belden yukarısını sallayarak, ruhumuz huzura kavuşuncaya kadar devam ediyorduk.


“Ocak 1167’de tekrar Kahire’ye sefere çıktık. Bu sefer General Şêrkoh’un yanında komutan olarak. Ağustos 1167’de Şam’a geri döndük. Buradan da Halep’e Sultan Nurettin’in yanına gittik. Burada zamanımı kuş, çita, panter ve aslan avlamakla geçiriyordum. Halep ovası ve dağları bu hayvanlarla doluydu. Bu arada annem bütün tanıdıkları seferber etmiş, beni evlendirmek için kız arıyordu. Benim için o kadar çok seçenek vardı ki; mavi gözlü Kürd kızları, yeşil gözlü Suriye (Nusayrili) kızları ve siyah gözlü Arap kızları. Ben de sonunda, asil ve mavi gözlü bir Kürd kızını tercih ettim. Çünkü evimize en uygun olanı o idi. Şemsê ile nişanlandık.


Aralık 1168’de Franklar, Kahire’de yaptığımız anlaşmayı bozmuşlar ve Kahire’yi yeniden işgal etmişlerdi. Sultan beni çağırdı; ‘acele Şêrkoh’u bul’ dedi. Ben Şêrkoh’u bulduğumda; ‘6000 Kürd süvariyi çoktan hazırladım bile’ dedi. 2000 süvari de Halep’te hazırdı. Bunların arasında Türkmenler de vardı. Amcam çok istemesine rağmen, bu sefere katılmak istemiyordum. Ama yine de katıldım. 4 Ocak 1169’da Kahire kapılarına dayandığımızda, Franklar bizimle savaşmayı bile göze alamadılar, çekilip gittiler. Böylece, Şêrkoh hiç kan dökmeden Kahire’yi teslim aldı. Fatımi Halifesi bize çok büyük ilgi gösterdi. Ama, vezir Şavar ikiyüzlünün biriydi. Biz Kahire’den ayrılınca, yeniden Frankları çağıracağı haberini aldım. Amcamın karşı çıkmasına rağmen, vezir Şavar’ı öldürdüm. 18 Ocak 1169’da Şêrkoh kendisini Kahire’ye vezir ilan etti. 23 Mart 1169’da, akşam yemeğinden sonra banyoya giren Şêrkoh, kalp krizinden öldü. Çok üzüldüm, artık ben her şeyimi kaybetmiştim. Derhal Halep’e dönmek istiyordum. 26 Mart 1169’da Fatımi Halifesi, beni Şêrkoh’un yerine vezir atadı. Bu işte gönülsüz olmama rağmen, çok zorluk çekmedim. Çünkü daha önce Şêrkoh için şehrin idaresini ve memurlarını hep ben ayarlamıştım. Ben 32 yaşında, artık küçük Yusuf değildim. Çünkü artık Mısır’ın Veziri Selahattin olmuştum.


Ağustos 1169’da kardeşim Turanşah, diğer kardeşlerimi ve Şemsê’yi de alarak, Kahire’ye yanıma geldiler. Burada Şemsê ile evlendim. Şemsê çok güzel bir Kürd kızıydı. Ay gibi yüzünü, yay gibi kaşlarının altındaki mavi gözler süslüyordu. İnce uzun boylu, sarı saçları beline kadar iniyordu. Sanki başından aşağı bal süzülüyordu. Şemsê beni çok mutlu etti. Haziran 1170’te oğlum El Abdal Ali’yi doğurdu. İlk defa baba oldum. Daha sonra çok çocuklarım oldu. Nisan 1170’te babam Eyüp de Kahire’ye geldi. Onu İskenderiye Komutanlığına, kardeşim Turanşah’ı Yukarı Nil Komutanlığına getirdim ve diğer kardeşlerime de Mısır’ın idaresini paylaştırdım.


Eylül 1171’de Bağdat’ta Halife El Mustarut öldü, yerine oğlu El Mustazi geçti. Sultan Nurettin’e karşı çıktı. Çünkü Kahire’de hala Abbasilerin siyah bayrağı dalgalanıyordu. 200 yıldan beri, Mısır’da bir Şii Fatımi Halifeliği vardı. Biz aile olarak Şafiiydik. Buradaki Şii Fatımi Halifesine dokunmak istemiyordum. Çünkü el yakıyordu. Ayrıca, beni Vezir yapan da Fatımi Halifesiydi. Sonunda, 14’üncü Fatımi Halifesi hastalandı ve öldü. Önemli bir olay da kendiliğinden çözüldü. Halife öldüğünde 21 yaşındaydı. Arkada 4 dul kadın, 11 erkek ve 4 kız evlat, 152 hizmetçi, muhteşem bir saray ve bir servet bıraktı. Sarayın kütüphanesinde 200 binden fazla kitap vardı. Kasadaki 2 milyon dinarın talan edildiği söylendi. Bu servetin bir kısmını ben aldım ve önemli bir kısmını Sultan Nurettin’e gönderdim.


15 Mayıs 1174’te sultan Nurettin kalp krizinden öldü ve geride sadece 11 yaşındaki oğlu Melik Salih İsmail’i bıraktı. Böylece bana yeni ve çok önemli görevler düşmüştü. Çünkü Araplar bu fırsattan yararlanarak, Şam’ı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ben derhal Şam’a hareket ettim. Böylece Şam yönetimini ele aldım. Suriye’deki bütün kaleleri ele geçirdim. Hatta kısa bir süre önce, Nurettin’in Kılıç Aslandan aldığı Konya’yı, Ermenilerden aldığı Malatya’yı bile ele geçirdim. Sonunda Halife Mustazi, beni Suriye ve Mısırın Sultanı ilan etti.
Şubat 1177’de İskenderiye’ye geri döndüm. Oğullarım El Abdal Ali ve El Aziz Utman da yanımdaydı. Çocuklar denizi görünce çok sevindiler. Benim amacım, güçlü bir bahriye oluşturmaktı. Elimizdeki gemileri yenileyip ve yenilerini yapmaktı. Bu iş için, Ürdün Dağlarındaki sonsuz ormanlar, bize istediğimiz kadar ağaç veriyorlardı.”

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Hürmüzgan yazılı ilk Kürt şiiri




Hurmizgan riman, Atiran kujan 
(Mabedlerimiz yıkıldı, ateşimiz söndü.) 
Zorkar ereb kirne xapâr, Ginay paleyi heta Sharezâr (Sharezur'a kadar fakir köyleri yıktı geçti zalim Araplar.) 
Jin u kenikan we dil beshina 
(Kızlar ve kadınlar köle oldu.)


Mêrd aza tli we ruy hwêna (Yiğitler kendi kanlarında boğuldu.) 
Reweshti Zerdeshtre manuwe bekes 
(Zerdüştlük takipçilerini kaybetti.) 
Bezeyika neka Hewrmez we hwichkes 
(Ahuramazda kimseye acımadı.)




1800'lü yılların başında Federe Kürdistan Bölgesi'nin Süleymaniye şehrine bağlı Hezarmerd köyünde deri üzerine yazılı olarak bulunan "Hürmüzgan" şiiri Kürt şiirinin ilk yazılı örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.


İslam orduları tarafından Federe Kürdistan Bölgesi'deki Zerdüşt dini mensuplarına karşı gerçekleştirilen katliamın anlatıldığı "Hürmüzgan" adlı şiirin Hewreman lehçesiyle yazıldığı belirtiliyor.


Hürmüz kelimesi Kürtçe'de, Zerdüşt inancındaki iyiliği temsil eden güç olan Ahura Mazda'yı tanımlamak için kullanılıyor. Hürmüzgan'ın da Hürmüz'ün evi anlamında olan mabedleri anlatığı kaydedildi. Şiirde yer alan mısralarda kadim bir tarihe sahip olan Kürtlerin eski inançlarına ilişkin önemli veriler yer alıyor

Ksenefon'nun Kürdistan Geçişi ve Onbinlerin Dönüşü




Geçenlerde bir arkadaş ben Kürt Tarihini Yunanlılardan okuyorum diye bize biraz gönderme yaptığı için çuvaldızı kendimize batırarak Kürt Tarihini biraz da yunanlı antik yazarlardan dinleyelim dedik. Ksenefon’un Kürdistan’dan geçişi MÖ 14 Kasım 401’e tekabül etmektedir. Bir haftalık bu geçişini kaleme alan Yunanlı Komutan Yazar filozof ve tarihçi Ksenefon(Xnephon olarak da bilinir) Kiru Anavasi’nin 4. kitap olarak adlandırılan bölümünde Kürtler hakkında önemli bilgiler vermekte. Bazı bilgileri şöyle:
Kürdlerin kimsenin hakimiyetini kabul etmeden özgür yaşadıklarını yazmış. Onun tarifine göre Karduklar dağlar arasında yaşayan savaşçı bir halktı. Akamenid kralına bağlı değildiler. Onların ülkesinden sonra Ermenistan gelmekteydi.


* Karduklar çok savaşçı ve pek çevik insanlardı, İran Şahının düşmanı olup; ona tabi değillerdir. O kadardı ki Karduklar bir defasında 120 bin kişilik İran’ın kraliyet ordusu bunların ülkesini işgal etmiş, bir teki bile geriye dönemeden yok olmuştur, sebebi de Kurdistan’ın çok karışık oluşu.


*Ksenefon, Kardukhların, İranlılardan bambaşka soydan ve onlara çok düşman olduklarını, bir tanık olarak anlatmıştır


*Kürt köylerinde, Kürd evlerinin çok güzel olduğunu, bol yiyecek bulunduğunu ve bu evlerde bolca şarap bulduklarını, şarap saklama sarnıçlarının sıvalanmış iyi sarnıçlar olduğunu yazmış. Kürtlerin çok modern ve gelişmiş bir toplum olduğunu anlatmış.


Ksenefon’un izlenimlerinden bazılarını aldık. Askeri ve anılarından da bahsetmiştir Kürtlerden.


ÖNEMLİ NOT: Kard: Kürt, demek.
Kürdçedeki ‘u’ harfini Yunanlılar telaffuz edemiyorlar. Bundan dolayı da “a” olmuş.
“-ukh” eki eski Ermenice çoğul ekidir yani Türkçedeki -LER ile -LAR eki karşılığıdır. 
Ermeniler Kürtlere Kurd-ukh/Gurd-ukh diyorlardı eski çağlarda bu da Kürt-ler demektir. 
Yani Ksenefon’un kullandığı “Kard-ukh” Kürt-ler demek. 
Ama Ksenefon bu kelimeye bir de yunanca çoğul eki olan Kardukh-i'yi ekleyerek KARD-UKH-İ’ demiş. Bugünkü Türkçeye de ‘Kard-ukh-lar’ olarak çevrilmiş.
Karduklar özellikle Kurmanc Kürtleriyle yakınlık göstermektedir


Kürt Tarihi ve Uygarlığı

Ehmedê Xanî û Kurd ( Ahmede Hani ve Kürtler )


De xelk nebêjin ku "Ekrad
Bê marifet in, bê esl û binyad
Enwayî milet xwedan kitêb in
Kurmanc i tenê di bê hesêb in
Hem ehlê nezer nebên ku "Kurmanc
Işgê nekirin ji bo xwe armanc
Têkda ne di talib in, ne metlûb
Vêkra ne mihîb in ew, ne mehbûb
Bê behre ne ew, ji eşqbazî
Farix ji heqîqîy û mecazi.

Ehmedê Xanî
-----------------------------------------------

Ki el demesin "Kürtler
Irfansiz, asilsiz ve temelsizdirler
Çeşitli milletler kitap sahibidir
Sadece Kürtler nasipsizdirler"
Hem düşünce adamları demesin ki " Kürtler
Amaç edinmemişler aşki
Hep birlikte ne isterler ne de istenirler
Hep beraber ne severler, ne de sevilirler
Onlar aşkın tadından yana hepten nasipsiz
Hakiki ve mecazi aşktan da boştur...

Ehmedê Xanî

20 Mayıs 2011 Cuma

Teyrê Sîmir / Simurg Kuşu - Kürt Mitolojisi



Teyrê Sîmir, teyrekî efsanewî yê çîrokan e. Bi kurdî Sîmir dibêjin û cih û warê Sîmir çiyayê Zagrosan e. Sîmir ji du gotinan pêk hatiye: sî û mir.

Li gor van herdu peyvên hevdudanî ku navê sîmir ji wan pêk hatiye, çar wate û texmînên cuda hene.

1.Sîmir teyrekî pir xweşik û rengîn e. Loma di wateya teyrê sî (30) reng de navê Sîmir lê kirine.
2.Sîmir teyrekî ku bi qasî sî (30) teyran mezin bûye. Loma jê re gotine sî û mir ango sî (30) teyr. Mir di kurdî û farisî de tê wateya mirîşk û teyr.
3.Gotina sî di etîmolojiya kurdî ya çûkan de jî heye ku di navê çend çûkan de kîteya sî heye. Gotina sîmir jî, ji wan gotinan yek e, wek: sîmir, sîsalek, sîmanok, sîberk û hwd…
4.Hinek jî dibêjin ku koka gotinê ji mirinê tê. Ji ber ku Sîmir teyrekî pîroz e. Di serdema kevir de ew sembola ruh û vîyanê bûye û ruhê mirov biriye bihuştê. Loma li herêma Kurdistanê di serdema me de jî li ser hin tehtên gorên kevn mirov rastî weneyên teyrên Sîmir tê. Sîmir semboleke totemîk e.

Çîrok:
Teyrê Sîmir, an jî Phoenix, li goreyî F.J. Bertuch (1747-1822). 
Teyrê Sîmir, an jî Garuda, li gorî ola hindiyanNavê Sîmir di Avestayê de Mereyo Saêna ye. Yanî Çûka (teyrê) Saêna. Ev nav di sanskrîtî de jî syena derbas dibe û tê wateya qertêl an jî baz. Bi farisî ji Sîmir re Sîmurg dibêjin. Li gor farisan cîwarê Sîmurg li çiyayê Elburzê (nêzîkî bajarê Tehranê) ye. Di çîrokekê de Îsfendiyar li çiyayê Elburzê Sîmirek kuştiye. Weha diyar dibe ku Sîmir ne yek e, cureyek ji teyran e.

Îro hemû arkeolog û dîrokzan hemfikir in ku rehîbên Heliopolîs çîroka Teyrê Sîmir ji rojhilat girtine û birine Misira kevn. Di serayên Misra kevn de naveroka wê guhertine û li gor xwe gotine û formeke nû danê. Ereb ji Teyrê Sîmir re Anka dibêjin. Di efsane û çîrokên ereban de jî welatê sîmir carnan Aryana ye ango Kurdistana îroyîn e û carnan jî li çiyayê Qaf e. Li gor ereban çiyayê Qaf ango çiyayên rojhilat. Zagros dikeve rojhilatê ereban û jê re gotine Qaf. Tirk wek gelek çîrokên din vê çîrokê jî ji kurd û farisan girtine û guhertine. Tirk jî, ji Sîmir re dibêjin Zümrüte Anka kuşu û li gor çîrokên tirkan jî cîwarê Sîmir çiyayê Qaf e.

Ewropî jî, ji Sîmir re dibêjin Phoenix û ev nav ji grekiya kevn derbasî Ewropayê bûye.

Di çîrokên hindî de vê rol û wezîfeya Sîmir dane qertêla Garuda û di çîrokên çînî de jî dane Tanniao.

Hinek dibejîn ku teyrê Sîmir weha bi temen e ku wî sê-çar car dîtiye ku dinya xerab û ji nû ve şên bûye. Di hinek varyantan de tê gotin ku temenê Sîmir 1700 sal e. Di pirtûka Heywanên Fantastîk [çavkanî pêwîst e] de dinivîsîne ku teyrê Sîmir herî kêm 500 sal jiyaye. Teyreki sor e û duvê wê mîna zêr diçirise. Li gor efsaneyê dema êdî dawiya umrê wê tê, pûrtên wê agir digrin û pêdikevin, ji xweliya pûrtên xwe ji nû ve tê afirandin. Ango xwe di nav agir de vedijîne û carek din tê dinyayê. Ev bûyer ji baweriya xelkê agirperest tê. Ji vir jî dîyar dibe ku li Zagrosan e û efsaneyeke kurd û îranî ye. Belê, efsaneya xelkê agirperest e.

Sîmir, di piraniya çîrokan de ne goştxwir e, lê di hinek çîrokan de jî goşt dixwe. Di çîrokên kurd û farisan de Sîmir teyrekî efsanewî ye û bi zimanê mirovan dizane. Teyrê Sîmir eqildar, hêzdar û dilovan e, hemraz (sirdaş), alîkar û qencîxwaz e. Sîmir di warê tenduristiyê de zanyareke mezin e. Bi taybetî rêwitiya dûr û dirêj dike. Weha rêwitiya dûr û dirêj ku ne bi tenê li ser rûyê erdê, herweha di navbera erd û ezman de difire.

Li gor pirtûkên dînî dinya heft tebeq e, lê di çîrokeke Sîmir de dinya 14 tebeq e. Heft tebeq li jêr û heft tebeq jî, li jor in. Sîmir carnan di nav van tebeqan de difire. Ew mirov li pişta xwe siwar dike û di nav van tebeqên dinyayê de dibe û tîne. Ji mirovan re alîkarî dike û piştre jî du perikên xwe dikşîne û dibêje: "ha ji te re, dema tu ketî tengasiyê, tu dikarî van herdu perikên min di hev re bidî, wê demê, ez di cih de peyda dibim û têm alîkariya te…."

Li gor efsanan di serdema sumeran de Sîmir li Zagrosan giyayê Xama (Homa-Xaoma, bi zazakî ji Xwedê re Homa dibêjin) parastiye. Ew giya li lûtikê (kopê) çiya, li ciyekî nependî û asê bûye. Dema hewcedarî peyda bûye Sîmir çûye ji Yezdan û mirovan re aniye. Sîmir bi vî giyayê nemir dikaribûye temenê xwe û mirovan dirêj bike. Di hin çîrokan de, tê gotin ku tifa Sîmir jî derman e û dema tifa xwe li birînan dide, birîn pê re derman dibin.




Teyrê Sîmir di Şahnameyê de:
Zal û Teyrê Sîmir li gorî nîgareke farisî 
Sîsarkek (Gyps fulvus) 
Peykerekî romayî ku tê de heloyê Romayê xuya dike. 
Pereyekî romayî yê herêma Brutiyûmê; li çepê Zeus, li rastê helo, sembola desthilata Romê (300-280 berî zayînê).Firdewsî di berhema xwe ya epîk Şahname de di vê mijarê de weha dinivîse:

Ji Sam re kurek dibe. Navê Zal lê dikin. Bi Zal re nexweşiya albîno hebûye. Laş û porê Zal wek pembû çîlspî bûne. Pêşî Zal ji Sam veşartine, piştre dema ku Sam kurê xwe yê spî dîtiye "haho ev ji tovê îblîs e û emir daye xulamên xwe ku ew bigrin û bibin li çiyê berdin û werin." Hinek dibêjin ku gotiye bibin li çiyê bikujin û werin, lêbelê xulaman ew ne kuştine û li çiyê hiştine û hatine. Teyrê Sîmir li çiya Zal dibîne û Zal digre nav pençên xwe û dibe li hêlina xwe, bi çêlikên xwe re xwedî û mezin dike. Sîmir Zal perwerde dike. Ew fêrî gelek huner û zanînan dike. Sal derbas dibin, rojekê nêçîrvan Sam agahdar dikin ku Zal di hêlîna Sîmir de bi çêlikên wê re dijî û çi babeegîtekî jê derketiye! Sam çend xulamên xwe dişêne ku herin Zal bînin. Xulam diçin ji Sîmir rica dikin ku Zal bibin cem bavê wî. Sîmir razî dikin û Sîmir perikeke xwe dide Zal û jê re dibêje: "dema tu ketî tengasiyê wê bişewitîne, ez ê di cih de bêm alîkariya te". Xatir ji Sîmir dixwazin û diçin. Dem diçe dewran tê Zal mezin dibe û tê ber zewacê. Zal bi Rûdabayê re dizewice. Rûdaba ducanî dibe û piştî neh mehan dikeve ber birînên zarokanînê. Li gor varyantek, Sîmir tê bi nikulê xwe li zikê diya Rustem dide zikê wê diqelîşîne û Rustem ji zikê wê derdixe û bi tûka xwe ciyê birrîn û birînê rehet dike ku îro ji vê metodê re dibejin metoda sezeryanî. Piştre hinek dibêjin ji ber ku Sezar jî bi vê metode ji diya xwe re bûye, di termînolojiya bijûndariyê de navê sezeryanî lê kirine, lê li gor varyanteke din, tê gotin ku Sezar pir mirov jê kirine, loma ev nav li vê metodê hatiye danîn.


Teyrê Sîmir li goreyî arkeolog û dîrokzananÎro piraniya arkeolog û dîrokzanan li ser dîtina ku di zamanê berê de, li Zagrosan hindek balindeyên (teyrên) gelek mezin jiyane, hemfikirin. Di sala 1959'an de ji zankoya Illinoisê Dr. Charles Reed bi komek hevalên xwe yên arkeolog û dîroknas ve çûne li Başûrê Kurdistanê li şikefta Şandiyarê ku dikeve ber ava Zêyê Mezin, dest bi kolanên arkeolojîk kirine. Firehiya devê şikeftê 25 metre û bilindiya wê jî 8 metre ye. Di vê lêkolîna arkeolojîk de tiştên weha derketine ku dîroka 100 hezar salan ronî dike. Di serdema neçîrvaniyê de ev şikeft navenda neçîrvanan bûye. Di dawiya lêkolîna xwe de rastî 17 cure skelet, per û baskên teyrên dema berê hatine. Per, bask û skeletên wan gelek kevn û mezin in. Wek mamût û dînazoran neslên wan balindeyan jî niha li dinyayê nemane. Ji wan çend ên ku hatine tespîtkirin navên wan ên latînî weha ne: çar skelet sîsarka bi rih (Gyptaeus barbatus); skeletek sîsarka grîfîn (Gyps fulvus); heft skelet qertêla dûv spî ya deryayê (Haliaetus albicilla) û skeletek jî bet (Otis tarda). Niha bi tenê bet (Otis tarda) li herêmê maye û cînsên din nemane. Îro jî hîn li çiyayên Kurdistanê sîsarkên (sîsalekên) ku bi latînî jê re dibêjin Gyps fulvus hene. Grîfîn di wateya nikul çengel de ye. Di çîrok û xebroşkên îranî û kurdan de Teyrê Sîmîr şahê teyran e.

Civata çemê Zê ya wê demê hêzeke îlahî ya mezin di van teyrên leşxwir de dîtine. Di girê Çetalê de jî, li diwarê şikeftê hinek wêne li ser zinar hatine kolandin û perên wan teyrên kovî û goştxwir di laşên wan de hatine nexşkirin. Weha tê texmîn kirin ku ew mirovên ku di wan şikeftan de jiyane, teyr girtine, rûçikandine û ji bo tilsimiyê perên wan bi xwe ve kirine. Him di çîroka Ristemê Zal de û him jî di peykerên girê Çetalê de Sîmir mê ye.

Harold Lamb di romana xwe ya Rêwîtiya Dawiya Cîhanê - Îskenderê Mezin (bi îngilîzî: Alexander of Macedon: The Journey to World's End, 1955) de dinivîse ku "Qertelê magiyan ê mezin wek sembol – teyrê ku di navbera însanên ku li ser rûyê dinyayê dijîn û Xwedayên ku li ser rûye asîman dijîn de difire, diçe û tê - ev sembol bi awayekî hatiye Ewropayê jî. Piştre ev qertel bûye xoşewîstê Zeus û wêneyên wî li ser sancaxên lejyonerên Romayê hatine nexşandin. Serê qertêl an jî ejdiya sembola efsane ya Rojhilat e. Yanî ya teyrê Sîmir ê pîroz e. Bîzansiyan piştre bi eflatûnî rengandine. Lê çiqas kêm û ne zelal be jî dişibe ejdiya. Piştre împeratorên alman, qiralên polonî û çarên rûsan di armayên xwe de teyrên yekserî an jî duserî bi kar anîne."

Li ser pereyên Împeratoriya Romê yên madenî wêneyên Sîmir hebûne. Qertelê ku niha jî sembola armaya parlamentoya Almanyayê ye û li ser perê wan e jî, ji wê demê tê. Herweha qertêla duserî ya ku li ser birca Heftbirayan a Amedê ye jî di dema Romayê de hatiye çêkirin. Yanî wek ku Harold Lamb di romana xwe ya bi navê İskenderê Mezin de nivîsiye ku ewropiyan ji kurd û îraniyan girtine û ji xwe re kirine mal. Yani ev îlhama teyrê Sîmir e.

Herweha teyrê Sîmir ne bi tenê semboleke efsane û çîrokan e, ew di nav pêvajoyeke dûr û dirêj de bûye sembola ariyan a hêz û dewletê jî.

Elî Herîrî / İslamiyet sonrası Kurmanci lehçesiyle yazan ilk şair


İslamiyet sonrası Kurmanci lehçesiyle yazan, ilk şair Şeyh Elî Heriri’dir.

Eli Heriri hakkında çok şey bilinmiyor. Onun hakkında bir çok belge Rus Aleksander Jaba tarafından bugüne kadar gelmiş. Jaba’nın dışındaki kaynaklar sözlüdür. Eli Heriri, kendi döneminde Şeyh Eli Heriri adı ile bilinir. 

Hicri 400 yılında doğmuştur. Bu da miladi takvime göre 1009-1010’lu tarihlere denk gelmektedir. Bazı rivayetler hicri 10. asırda yaşadığını belirtir. Celadet Alî Bedirhan 1425 yılında doğduğunu söyler. 

Eli Heriri, Herir köyünde dünyaya gelmiştir. Herir Köyünün Soran bölgesinde olduğunu belirten rivayetler vardır. Fakat Aleksander Jaba Herîr köyünün Şemdinan bölgesinde olduğunu söyler. Hakkari’ye bağlı olduğunu söyleyenler de vardır. 

İleriki dönemler neyi gösterir yapılacak araştırmalar daha kimleri çıkarır bilinmez ama şimdiki verilere göre, Kürt şairlerinin ilki Hamedanlı Baba Tahir’dir. Baba Tahir Hemedani Kürtçenin Lori lehçesi ile yazmıştır. Kurmanci lehçesini ilk kullanan da Şeyh Eli Heriri’dir. Şeyh Eli Heriri Kürt edebiyatının öncülerindendir. 




TÊT 

Dilê mehzûn kefaret bêt ke êm şeb taze mihman têt 

Be mizgînî beşaret bit ke mîhman canê canan têt 


Ke mîhman canê canane le ser cavê me mihmane 

Be mala cumleê xane ke şahê cumleê xan têt 


Were ey şahidê şêrîn ji eşqa te dil êxsîrin 

Be can menzilgehê mîrin telebkarî ke sultan têt 


Telebkarin dil araîm medîm yarin bû yî şaîm 

Le bejna 'er'erin daîm sîyeh mar lê be colan têt 



Sîyeh maran kire seyran le cotê şubhetê cîran 

Ku xas û 'am bibûn heyran le cîran 'enber efşan têt 


Du zulfên 'enber efşan in du le'lên şekeristanin 

'Eqîq û durr û mercan in le hewzan abê heywan têt 


'Ecêb bir ke mirarî tê le sedde qewsê tarî tê 

Sîyeh pencên xumarî tê ji mexmûran du eslan têt 


Ji mexmûran tu mexmûrî be cî hişt 'eqreba jûrî 

Tewafa beytê me'murî le burcan xûn be sîran têt 


'Eqarib hat û bê hed hat le wê burca zeberced hat 

Vebala qewsê eswed hat le tilbey mahî taban têt 


Le heyva kewçêrîn kamil ve ehlan ra nehiştin dil 

Û cumle da sefên sunbul le hinda vê gulîstan têt 


Gulîstana Xuda riste le çar etraf dilan xuste 

Binefş û nêrgiza mest e cinisrê le'l û reyhan têt 


Reyahîn sosin û werdin le Şêx Elîyê xerîb ferd in 

Weristê ehmer û zerdin herû sed car bi efxan têt 


Ji efxanan nemayim têr du'a goyê te ez bê vir 

Bebête şer du esleh dîr 'heta vî qasidî can tê 

Bebîne rû şemalînê were hindavî balînê 

Ji dest ahan û nalînê çe reng feryad ji esman têt 


Be feryad û be hewar e ji dest ahan min ew kare 

Me lazim bendeê jar e ji seyyidî çe ferman têt 


Seyyidî heq nezer vêra di îqlîman ilim gêra 

Qitara gewheran vêra ji nêv kana bedexşan têt



Elî Heriri


4 Mayıs 2011 Çarşamba

Metin Kemal Kahraman-Şahmaran 2011







Albüm İçeriği



01. Logman Feke Chemde


02. Camısan Guyia Hemgende


03. Mıneta Camısani


04. Oda Mohrkiri


05. Belgiya Raude


06. Belgiyao Phoseman


07. Cihanşaho, Nobedare Mezele


08. Belgiya Çevere Muradi'de


09. Pasa Neweso


10. Şüara Sae Moru


11. Camısan Bi Logman



12. More Sae Moru




Metin ve Kemal Kahraman’ın, uzun yıllara yayılan bir çalışmanın sonucu olan “Saé moru/Şahmaran” albümleri geniş bir kitapçıkla beraber bugün çıkıyor. Dersim Kültür Bölgesi’nde alan araştırmaları ve dokümanter çalışmalar yapan Kahraman Kardeşler‘in bu albümü de Şahmaran masalının Dersim’den derlenmiş bir Zazaca versiyonu. Albüm, masal temasını takip eden bir bütünlük içinde, sekiz enstrümantal ve dört sözlü olmak üzere toplam 12 eserden oluşuyor.

Şahmaran, belki Lokman Hekim’in oğludur.
Saé moru, belka lazé Loqman hekimi’yo.
Metin ve Kemal Kahraman kardeşler, bu albümde Şahmaran gibi kadim ve yaygın bir masalın anlaşılmasında, bin yıllık da olsa yazılı versiyonlar yanında bugün hala yaşayan kaynaklardan derlenecek sözlü versiyonların da çok önemli ve özgün ayrıntılar aktarabileceğini tartışmak istiyorlar.

Şahmaran masalı, yaşadığımız coğrafyanın, sadece tarihi eserlerle değil, ev-sahipliği yaptığı kadim diller ve bu diller üzerinden aktarılan sözlü birikimle de çok derin bir insanlık hafızasına tanıklık ettiği tezinin en canlı örneğidir.

Metin ve Kemal Kahraman’ın yıllardır beraber çalıştığı grup elemanları Serdar Keskin, Ahmet Tirgil, Umut Kahraman, Maviş Güneşer, Mübin Dünen gibi müzisyenler bu albümde de enstrümanlarıyla yer alıyor. Bunun yanı sıra Erkan Oğur, Okay Temiz, Henning Schmiedt, Ulli Bartel, Ertan Tekin gibi önemli solist sanatçılar ve İstanbul Sayat Nova Korosu da hissedilir katkılarıyla misafir edilmişler.



Masalların Şahı Şahmaran Saé Moru - (inceleme)

Başta mıyız, sonda mıyız? Şaé Moru masalının sorduğu en temel soru budur. Zaman için bir “başlangıç” varsa bir “son” da olmak zorundadır. Öyle denir. Ancak bunu doğrusal bir zaman algısını kabul eden “modern zaman” kavramı zorunlu kılar... Oysa kadim diller ve kültürler bu konuda farklı bir bakış açısına sahiptirler... Zaman ve oluş daireseldir; devran döner ve malik halq eder. Bu durum bizi tarih-tekerrür yanlış yorumunu da mecbur kılmaz... Çünkü dönen zaman sanıldığının aksine hep aynı güzergahta dönmez; her dönüş aynı zamanda bir üste sıçramadır. Ve zamanın döngüsü hep ileri giden bir doğru değil, hep yukarı dönen bir spiraldir. 

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Şahmaran Efsanesi


Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde.

Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp'ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;

- Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.


Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp'ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran'da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp'ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran'a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:

- Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormTahmasp'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş.uş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.

Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp'ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp'a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler. Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüş: Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş. Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp'ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp'a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş..