18 Kasım 2010 Perşembe

Hamidiye Alayları-Koruculuk Sistemi Tarihçesi



Tarih boyunca Mazlum Kürt halkını boyunduruk altında tutan güçler, Kürt halkının toplumsal zaafiyet ve eksikliklerini iyi görmüş ve sürekli bir şekilde bunları kendi lehlerine kullanmışlardır. Hem coğrafya, hem de toplum olarak bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı ve paylaşılmışlığı yaşayan Kürt insanı, toplumsal bir gerçekliği olan aşiretsel yaşam tarzı yani feodalizmden dolayı, çok çabuk ve kolay bir şekilde birbirinden izole edilmiş; daha da kötüsü birbirine karşı kullanılmıştır. Bundan dolayı da egemen olan sömürgeci devletler, Kürt halkının bu durumunu yine Kürt halkının haklı kıyam ve direnişleri karşısında ve diğer halklara karşı bir "denge unsuru" olarak kullanmaya çalışmışlar ve bunun için çeşitli kurumlar oluşturmuşlardır. Dönemin egemen devletleri, bu politikayla hem onları birbirlerine kırdırmayı hedeflemiş hem de dağınık olan gücü kendi otoritesi altında toplayarak kontrol altında tutmak istemiştir. İşte bu sinsi politikaların ürünü olan kurumlardan biri de 1891'de Osmanlı Sultanı Abdulhamid tarafından kurulan ve onun adıyla anılan "Hamidiye Alayları" dır.

Hamidiye Alayları, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme döneminde dört bir yandan çatırdadığı, boyunduruk altındaki halkların, ulusal kurtuluşları için başkaldırdıkları koşullarda oluştu. Osmanlılık sözünün artık halklar tarafından rağbet görmediği, her halkın kendi ulusal kimliğiyle ortaya çıktığı koşulların ürünü olan Hamidiye alayları ile Kürt ulusal kurtuluşu engellenmek istendi. Osmanlı, bu yolla savaşçı bir yapısı olan Kürt aşiretlerinin gücünden yararlanmak ve Kafkaslarda Rusların önüne set çekmek istemiş; öte yandan Kürt aşiretlerini bu yoldan Sultan'a bağlamak, merkezi politikalara dayanak haline getirmek istemiştir.

Bu gerileme ve çöküş sürecinde Kürdistan gibi stratejik önemi olan tampon bir bölgede oluşturulacak böylesine milis güçlerin, içte ve dışta yaşanılan sosyal ve siyasal çalkantıların önünü almasındaki önemini gören Osmanlı, Rusların ünlü Kazak alaylarını örnek alarak Kürtler arasında böyle bir yapılanmaya gitmiştir. Abdülhamit'in düşüncelerine önem verdiği Müşir Zeki Paşa; Van, Erzurum ve Bitlis taraflarına yaptığı bir seyahat dönüşünde huzura kabul olunduğu zaman, Abdülhamit'in "Anadolu'yu nasıl buldun?" sorusuna şöyle cevap verir:

Padişahım, Anadolu her bakımdan tamamen ihmal edilmiştir. Hududumuzun öbür tarafındaki Moskoflar ise, bize örnek teşkil edecek derecede gayret göstermektedirler. Mesela, bir Kazak teş- kilatları var ki, hakikaten örnek edinilmeye değer. Ruslar, hudutları içindeki aşiretlerden çok istifade ediyorlar. Bunları silah altına almıyorlar ama yılda bir buçuk ay, belli bir yerde topluyorlar. Kazak teşkilatı kadroları içinde talim ve terbiyeye tabi tutuyorlar ve sonra hepsini yine serbest bırakıp, evlerine gönderiyorlar. Bağ, bahçe ve tarlalarında, sürülerinin başında çalışmak imkanını veriyorlar."

M. Zeki Paşa'nın bu açıklamasından kısa bir süre sonra Abdülhamit'in emriyle, İbrahim ve Kerim Paşaların da yardımıyla Hamidiye Alayları'nın kuruluşuna başlanır.

Büyük umutlarla oluşturulmaya çalışılan Hamidiye Alayları, Kürtler tarafından beklenen ilgiyle karşılanmaz. Kürt aşiretleri daha baştan, Osmanlı yönetiminin bu politikasına güven duymadılar ve uzak durmayı tercih ettiler. 51 büyük göçebe aşiretten sadece 13'ü, Hamidiyeleri oluşturmayı kabul ederler. Ancak alaylara dahil aşiretlerin vergiden muaf tutulmaları; düzenli askerlik yerine kendi bölgelerinde kalarak askerlik görevlerini yapmış sayılmaları; devletle iliş- kilerde avantaja sahip olmaları; aşiret ileri gelenlerinin subay sıfatları ile maaş almaları vb. daha bir yığın ayrıcalığın tanınması, aşiretlerin ilgisini artırıyordu. Alaylara Osmanlı düzenli ordularının yanında yardımcı ve keşif görevleri verilir. Hamidiye Alayları ile Kürdistan'daki durumun yatıştırılması ve Kürt beylerine kayıtsız-şartsız itaatkarlığın kabul ettirilmesi hesapları da tümüyle gerçekleşmez.

Erzurum, Muş, Van ve Bitlis bölgelerinde ve özellikle de Dersim'de, asker toplama işleri kötü durumdaydı. Hamidiye Alayları'nın başına geçen aşiret reisleri, hem kendi aşiretleri üzerinde hem de bölgede önemli bir gücün sahibi oldular. Çünkü aşiret reislerinin elde edilmesi demek, aşiret mensuplarının tümünün Osmanlıya itaat etmesi anlamına geliyordu. Ve bu alaylar Osmanlı'nın verdiği geniş yetkiler ve destekle, bugünkü köy korucularının sisteme dayanarak kendi insanlarına karşı uyguladıkları zulmün benzerini icra ediyorlardı. Rus subayı ve araştırmacısı Averianov bununla ilgili olarak şöyle diyor:

"
Olumsuz sonuçlardan biri de aşiretlerin parçalanması ve bazı reislerin güç kazanmasıdır. Kürt reisleri giderek bütün Kürt aşağı tabakasını, hiçbir kontrole tabi olmaksızın ellerine almışlardır. Aynı zamanda aşiretler parçalanarak birbirine düşman olmuşlardır. Büyük Kürt aşiretlerinin parçalanmaları, Türk hükümeti için siyaset olarak faydalıdır. Çünkü parçalanma, bütün Kürdistan'da tanınan, görüşlerine saygı gösterilen büyük Kürt ailelerini ve reislerini zaafa uğratmıştır… Aşiretlerin parçalanması, aynı zamanda Kürtler arasında çatışmalar, talanlar, hayvanların kaçırılması ve köylerin dağıtılması ile sonuçlanan gerginliğe yol açmıştır. Bu durumdan ise, reisler ve diğer nüfuz lu kişilerden çok, bunlara tabi olan ve hiçbir hak sahibi olmayan aşağı tabaka zarar görmüştür."

Bu konuda Kürdistan Gazetesi'nin 14 Eylül 1901 tarihli sayısındaki "Alayên Siwarên Hemîdî" başlıklı yazısında şöyle geçmektedir:

Hamidiye Süvarilerinin elinde silah var, Sultan'ın ferman ve imtiyazlarına sahipler. Bu yüzden Hamidiye mensubu olmayan Kürtlerin köy ve kasabalarını basıyor, onları talan ediyorlar. Mazlum ve mağdur Kürtler hükümete başvuruyor, Sultan'a çağrıda bulunuyor, adalet istiyorlar ama bir sonuç alamıyorlar. Çünkü bu işin baş sorumlusu Sultan'ın kendisi. Öyle olunca kendileri de, can ve mallarını korumak için Hamidiye Süvari Birliklerine kaydolmak istiyorlar…"

Hamidiye Alayları özellikle Kürtlerden oluşturulmuştur. Her ne kadar bu alayların sadece Kürtlerden oluşmadıkları belirtiliyorsa da ezici bir çoğunluğunun Kürtlerden oluşturuldukları bilinmektedir. Ayrıca Abdülhamit'in, Hamidiye Alayları'nı oluşturmada mezhep (Sünni-Alevi) ayırımı da gözetmesi, Kürtler tarafından olumsuz karşılanır.

Hamidiye Alayları'nın kuruluşuna en uygun iki bölgeden başlandı. Birinci bölge, Erzurum-Van arasında, Rusya'ya sınır olan yerleri; ikinci bölge ise, Mardin-Urfa arasında kalan arazinin kuzey kısımlarını kapsıyordu. Abdülhamit'in Hamidiye Alayları'na ilişkin emriyle, Erzincan'ı kendisine merkez yaparak, 1891 ilkbaharında çalışmaya başlayan 4. Ordu Komutanı M. Zeki Paşa, Mirliva Mahmut Paşa'yı Van, Malazgirt ve Hınıs taraflarına göndererek, Hamidiye Alayları'nın örgütlenmesini başlattı. 1891 yılına gelindiğinde Erzincan, Dersim, Erzurum, Amed, Van, Malazgirt, Urfa ve Kürdistan'ın daha bir çok yerinde, toplam yüze yakın alay meydana getirilmişti.

Öte tarafta bu çabalar ve politikalar sürdürülürken Kürt aydınları da bu politikaların amacına ulaşmaması yönünde çaba sarf ediyorlardı. Hamidiye Alaylarının kuruluş tarihleri aynı zamanda Kürdistan'da basının gelişim yıllarına denk geldiği için, bu yönde girişimler yoğunluk kazanmıştır. Kürt aydınlanma hareketinde önemli bir aşamayı ifade eden "Kürdistan" gazetesinde yayınlanan makalelerde ulusal bilinç öne çıkarılı- yor ve başkalarına hizmet etme kıyasıya eleştirili- yor. 13 Mart 1901 tarihli 27. sayısında, Kürtlerin Abdülhamit'in planlarına alet olmaları eleştirilerek şöyle deniliyor:

"Kürtler! Biliyorsunuz ki ne kadar ulus varsa, tümü kendi iyilikleri için çalışıyorlar. Kürtler için çok kötü bir durumdur ki hep yabancılara hizmet ettiler. Bu hükümetin yolunda çok Kürt, savaşlarda öldürüldü. Beş yüz yıl önce vatanımızda bir Türk yoktu. Türklerin tümü Turan'dan vatanımıza geldiler ve vatanımızda bize hükmediyorlar. Kanlı ve despot padişahları, kendilerine 'halife' adını vererek, ne kadar zulüm çeşidi varsa uyguluyorlar. Siz bu durumu bilmi- yorsunuz. Zira siz cahilsiniz; duruma hakim olmamanız için, hükümet her zaman sizi cahil bıraktı."





Hamidiye Alayları'nın Kuruluş Amacı

Abdülhamit döneminin bazı yüksek görevlileri, Hamidiye Alayları aracılığıyla her şeyden önce Kürtler arasında yurttaşlık duygusunu oluşturmanın ve giderek onlara Osmanlı hükümetinin otoritesine boyun eğdirmenin gereğine inanıyorlardı. Hamidiye Alayları konusunda yaptığı açıklamaların birinde Abdülhamit, "Rumeli'nde ve bilhassa Anadolu'da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır" diyordu. Hamidiye Alayları'nın, meydana gelebilecek rejim karşıtı olaylarda Kürtlerden yararlanmak için kurulduğunu belirtiyordu.

Hamidiye Alayları ile Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran'a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlardan biri de, Kürt "başıbozukları(!)"nın önünü almak, Kürtleri Osmanlı idari makamlarının sıkı gözetimi altında durdurmaya alıştırmak, istisnasız bütün Kürt aşiretlerinin bağımsız durumunu yok etmekti. Hamidiye Alaylarına ilişkin batılılara yapılan açıklamalarda amaç şöyle belirtilir: "Kürt çapulculuğunu, yine onlardan oluşturulmuş düzene ve disipline alışık güçlerle bastırmak amacıyla kurulmuştur."

Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılmasından sonra Kürdistan'da oluşan "otorite" boşluğu da Osmanlı yönetimini korkutuyordu. Hamidiye Alayları'nın Kürdistan'da denetim ve kontrol mekanizmasının yeniden oluşturulmasında araç olarak kullanıldıkları da söylenebilir.

Ulusal, dinsel ve mezhepsel farklılıklar alabildiğince kullanılarak, halk düşmanı planlar birer birer uygulanmaya konuldu. Hamidiye Alayları, Rusya ve İran'a karşı oluşturulan cephelerde ve Balkan Savaşı'nda Osmanlı saflarında yer aldılar.

Büyük devletlerin Ermenilere ilişkin reform paketleriyle sürekli bir biçimde karşı karşıya olan Osmanlı devleti, gittikçe gelişen Ermeni ulusal uyanışını her ne pahasına olursa olsun engellemek istiyordu. Osmanlı devleti, Ermenilerin hoşnutsuzluk ve muhalefetini yok etmenin yolunu, bu halkın doğrudan ortadan kaldırılmasında görüyordu.

İttihat ve Terakki'nin, yönetimi ele geçirmesinden sonra da devlet, Kürt aşiretleri ve liderleri arasındaki çelişkileri kullanmaya ve bunlardan alabildiğince yararlanmaya çalıştı.

İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, Hamidiye Alayları'nın statüsü yoğun bir biçimde tartışılmaya başlandı. Hamidiye Alayları'nın hemen dağıtılmaları için, değişik yörelerden İstanbul'a ortak dilekçeler gönderildi. İttihat ve Terakki çevresinde ve basında da Hamidiye Alayları'na karşı girişimler başladı. Bunun üze- rine 1909'da Hamidiye Alayları kısmen silahsızlandırılmaya başlandılar. İttihat ve Terakki yönetiminin hem genel bir Kürt isyanından korkması hem de Rusya ile olası bir savaşta Hamidiye Alayları'ndan yararlanma düşüncesinden vazgeçmemiş olması, Hamidiye Alayları'nı tümden dağıtma girişimlerinin sonuçsuz kalmalarına yol açıyordu.

Hamidiye Alayları'nı ortadan kaldırmaktansa yeniden örgütlemeyi uygun bulan hükümet, bunun için iki komisyon oluşturdu. Birinci komisyon, sınır boylarındaki kuzey grubunun, ikinci komisyon ise çöl alaylarının yeniden düzenlenmesi ile görevlendirildi.

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Osmanlı yönetimi başta Hamidiye Alayları olmak üzere, Kürt aşiretlerinden daha iyi yararlanmanın yollarını bulmaya çalıştı.

Hamidiye Alayları dönem dönem değişikliklere uğrasa da hiçbir zaman resmi anlamda tamamıyla ortadan kaldırılmamıştır. Günümüze ise kendini Köy Koruculuğu olarak taşımıştır.

Halkımızın siyasal bir gerçekliği var. O da zaaflı, yaralı, derbeder ve kendi coğrafyasında başkalarının tahakkümü altında yaşamasıdır. Hamidiye Alayları'ndan tutun, ta Köy Koruculuğu'na kadar; Kürt Halkı içinde dayatmalar ve zorbalıkla oluşturulmuş askeri kurumların tümü, bunun ürünüdür. Kürdistan, sürekli başka devletlerin mücadelelerine sahne olmakla kalmamış, bu savaşların kurbanları da Kürt Halkından seçilmiştir. Bunlar kimi zaman devletlere, çoğu kez de Kürt Halkının kendi özgürlüğü uğruna geliştirdiği kıyam ve direnişlere karşı kullanılmıştır. Bu zaafı aşmanın yolu; tarihimizi bilmekten, tarihi sorgulamaktan ve köklü bir tarihi birikime ve bilince sahip olmaktan geçer. Başarıyı, özgür bir yaşamı ve yurtseverliği, ancak böyle bir anlayışın üzerine bina edilebilir ve geçmişin hatalarından ancak bu bilinçle kurtulabiliriz.

Kaynak :Mezopotamya’nın Kadim Halkı Kürtler / Emine ERİNCİK

13 Kasım 2010 Cumartesi

Yalnız Müzikten Anlayan Müziği de Anlamamıştır... - Mehmet ATLI


Benden müziğim üzerine bir yazı yazmam istendi.Bu, balığa denizi sormak gibi bir şey, diye iddialı bir laf etmeyeceğim. Ama, biraz da böyledir, diyeceğim. Yalnız müzik için değil, her tür insanî faaliyet için teori ve pratiğin iki ayrı bilgi alanı, iki farklı metodoloji ve disiplin, farklı kavramsal araçlar ve muhakemeler, farklı beceriler, velhasıl iki ayrı dünya tanımladığını belirtmek isterim her şeyden önce. Bir şeyi yapmak başka, yapılan üzerine fikir üretip konuşmak, yazmak başka bir şeydir desem, çok bilinen ama unutulan bir gerçeği hatırlatmış olurum sadece. Bu ikisini lâyıkıyla bir arada yapabilen özel donanımda insanlar da var mutlaka. Ben onlardan biri değilim.Ama bu böyle diye müzik üzerine hiç bir şey konuşamam denemez. Söz konusu olan kendi müziğim (kendi müziğim diye bir şey varsa tabii) olunca bir tutukluk yaşıyorum. Bunu ben yapmamalıyım diye düşünerek. Çünkü bana göre artık dünyanın her yerinde olduğu gibi Kürtlerin de eleştiri, analiz gibi alanlarda yol alması gerekiyor. Gerçekten, elinde saz şarkı söyleyen, elinde kalem şiir yazan, elinde kamera film çeken insan sayısına göre bu konularda sadece fikir üretmeyi, koleksiyonerliği ya da arşivciliği, analiz ve kritik gibi alanları seçmiş; bunu iş edinmiş, bu işten gocunmayan, bunun değerinin bilincinde insan sayısının bu kadar az olması, üzerinde düşünmeye değer, dahası, aşılması gereken bir olgudur.

Benimle yapılan çeşitli söyleşilerde bu konu üzerinde durdum aslında. Örneğin 2006 yılında Adem Yavuzla yeniperspektif.com için yaptığımız söyleşide şunları söylemişim:“Eleştiri her şeyden önce modern bir tavır ve modern dünyaya özgü bir kategori. Pek çok alanda olduğu gibi eleştiri alanında da daha yeni yeni bir kültürün oluşmaya başladığını söyleyebilirim. Bu eksiklik, bizim tarihsel ‘gecikmişliğimizle’ ve Ortadoğulu kimliğimizle mutlaka ilgili. Tanpınar'ın sözleriyle söylersem; nasıl bir geleneğimiz olduğundan çok bizim gelenekle nasıl bir ilişki kurduğumuz daha önemli. İlişkiyi önemseyen bir bakış, daha dinamik bir kavrayış ve tartışma alanı açacaktır önümüze. Yoksa diğer türlü, geçmişi dondurup hayranlıkla izleriz. Öte yandan, ‘bir ulus inşa etme’ problemi olan her topluluk güçlü bir geçmiş ve gelenek iddiasını canlı tutmak zorunda. Fakat bunu, resmi söylem kurucularına bırakmak ve evet, güncel sorunlarımıza bakmak zorundayız.Müzisyenlik gibi hayatla canlı bağları olan bir alanda yeni üretimleri ve geçmişle kurulan zengin ilişkileri önemsiyorum. Geleneksel mirası hoyratça tüketen kolaycılığı değil. Tüm bunlar eleştiri disiplininin ele alabileceği geniş tartışma olanakları açıyor önümüze. Kürtler arasında hala bir müzik yayıncılığının olmayışı, müzik eleştirmeninin bulunmayışı, elinde saz şarkı söyleyen insan sayısına oranla müzik üzerine düşünen ve yazan bu kadar az sayıda insanın oluşu, sözlü kültür alanından bir türlü yazının dünyasına geçemeyişimizle de ilgili diye düşünüyorum. Bir de şunu unutmamak gerek: henüz müzisyenleri ya da yazarları besleyecek bir sanat piyasası dahi oluşmamışken eleştirmenlik kurumunun var olabileceği koşullar neredeyse yok. Bu koşulların oluşması sanatın pratik ve teorik bilgi alanlarında uğraşmayı profesyonel meslek olarak seçmeyi ve böyle geçinebilecek bir piyasayı gereksiniyor. Yavaş yavaş bu koşullara yaklaştığımızı seziyorum. Bir de şu var: Geçmiş herkese eşit uzaklıkta ve değeri konusunda herkes mutabık. Bugünü tartışmaya başlamak, taraf olmak demek. Bundan kaçınıyoruz sanki.

”Bugün de aşağı yukarı aynı noktadayım. Bu yüzden, müzik yayıncılığıyla ilgili gelişmeleri önemsiyor ve bu derginin çıkmasında emeği geçen herkesi kutluyorum. Daha önce söylediğim şeyleri tekrar etme pahasına da olsa, bu ilk sayıda olmak istememin nedeni, önemsediğim bu çabanın yanında olduğumu hissettirmek istemem.Bu uzun girizgâhtan sonra konuya dönersem; “müziğim” hakkında konuşamasam da müzikle kurduğum ilişki üzerine bir şeyler söylemek isterim. Harcadığım bunca mesaiye ve iyi kötü para kazanmama rağmen ben müzikte hala amatör sayılırım. Geçimimi hala büyük oranda başka bir işten sağlıyorum. Bu, ne içinde ne dışında, hem içinde hem dışında olma hali beni ne kadar yıpratsa da müziğim için hayırlı sonuçları oldu diyebilirim. Bana istemediğim sahnelere çıkmama, gereksiz yere çok albüm yapmama, benden istenen sözleri değil içimden gelen sözleri ve sesleri duyurma gibi özgürlükler ve seçme şansı sağladı, sağlıyor. Kürtçenin trajik hikayesi düşünülürse başka şansım da yoktu. Ya piyasada bir yer arayacak ya da başka bir işten geçim sağlayıp sevdiğim işi fazla yıpratmamaya, onla kurduğum ilişkiyi fazla zedelememeye çalışacaktım. İkincisini seçtim ya da seçmek zorunda kaldım. Öte yandan, bunun cesaretsizlikle de bir ilgisi olduğunu teslim ediyorum.Kürt müziğinin temel problemi Kürtlerin temel probleminden bağımsız değil: Özgürlük. Dolayısıyla benim müzik hayatımda da en belirleyici temel sorun Kürtçenin ve Kürtlerin özgürlüğü sorunu. Kürt sanatçıların bir an önce dünyadaki diğer meslektaşlarının sahip bulunduğu asgari koşulları elde etmek gibi bir sorunu vardır. Bu sorun, Kürt müziği ile Kürt siyasetinin kesiştiği noktayı ifade eder. Burada Kürt müziğinin ikinci temel sorunu belirir: Kürt sanatının siyasetten bağımsızlaşması problemi.Siyaset-sanat ilişkileri her çağda ve her coğrafyada netameli bir konudur. Bu konudaki kişisel fikrim, sanatın kendi özgül düzleminde, kendi araçları, kendi ifade biçimleri içinde kalmak kaydıyla, sanatçının tamamen özgür vicdanî ve fikrî kanaatleri ile düşünüp, davranıp sanat icra eylemesi yönündedir. Kürt sanatı artık kendi gündemlerini oluşturabilmeli, kendi ayaklarının üzerinde durabilecek bir piyasaya ve icra özgürlüğüne kavuşmalıdır. Siyasetin buradaki rolü, sanata ve sanatçıya bu özgürlükleri sağlayacak ortamı hazırlamak için mücadele etmekle sınırlı olmalıdır.

Bu, sanatçıların kendi siyasi görüşleri, duruşları ya da faaliyetleri olmayacağı ya da olmaması gerektiği anlamına gelmez. Tam aksine, toplumsal her olgu gibi sanatın da siyasal bir yönü vardır ve sanatı büsbütün bireysel bir faaliyet olarak görmediğimi vurgulamama gerek bile olmamalı. Birçok sanatçının günlük bir gazete dahi okumadığı koşullarda, asgari düzeyde politik ilgileri olan bir camiaya özlem duyan, bunun kıymetini gayet iyi bilen biri olarak söylüyorum bunları. Ne var ki, yine Kürtçenin ve Kürtlerin yaşadığı trajik modern tarih, dünyanın pek çok ülkesinde aşılmış, artık modası geçtiği ya da böyle bir gündem olmadığı için konuşulmasına bile gerek duyulmayan bu gibi konuları bizim için hâlâ canlı, güncel problemler kılmakta.

Bize özgü bu sorunları aşmak ve dünyanın diğer kültürleriyle canlı, zengin, yaratıcı ilişkiler kurmak birinci önceliğimiz olmalıdır. Kağıt üstünde kolay gibi görünen bu hedefin kişisel olarak benim için de, mensubu olduğum Kürt sanat camiası için de henüz hayal olduğunun bilincindeyim. Ama vizyonumuz bu olmalı diyorum.“Yalnız müzikten anlayan müziği de anlamamıştır” diye bir söz okuduğumu hatırlıyorum. Bu, hayatıma yön veren bir ilke oldu. O kadar yön verdi ki neredeyse müziğe zaman ayıramaz oldum! Şaka bir yana, gerçekten vaktimin çoğunu geçim telaşı, aile ve eş-dost ilişkileri, gazete ve kitap okumak, olanca sosyalliği ile hayat alıyor yani. Müzik ise bu hayatın bir parçası sadece. Bu övünülecek bir durum değil ama şunu söylemek istiyorum; müzik ya da genel olarak sanat, geniş bir kültürel evrenden, hayatın kendisinden beslenmek durumunda. Steril ortamlarda çok konsantre bir sanat hayatı bana ne sıcak ne de insanî geldi. Bu konuda yanılıyor ya da çok tembel davranıyor da olabilirim doğrusu.Benden bu yazı için fotoğraf istendiğinde aşağıdaki fotoğraf geldi aklıma. Müzisyenlik maceramızla ilgili fikir verdiği için. Yıl 1984 olmalı. Galatasaraylı olduğum zamanlar...Ablam naylondan bir 5 numara dikmiş sırtıma...Abim beni Diyarbakır’ın o yaz sıcağında, Bağlar’daki evimizin damına çıkarıp sazla bir fotoğrafımı çekmiş. Nedense, damın orta yerinde duran bir sandalyede ve çizgili pijamamla...35 yaşıma geldiğim şu yılda müziğe hevesli Kürt çocukları, gençleri artık daha iyi şartlarda yetişsin istiyorum. Onlara bırakacağımız mirası önemsiyorum.

Bir de şu var, her olgu gibi sanatın ve sanatçının kendisi de tarihseldir. Yani tarih denen deryanın belli bir dilimiyle ilgilidir. Sizden öncesi ve sizden sonrası vardır. Hiç bir sözü, hiç bir sesi yerçekimsiz bir boşluğa söylemezsiniz. Bir sanatçı için hürmet ettiği, kulak verip kendine rol modeli olarak seçtiği sanatçılar çok önemlidir. Bunların bilincine varan bir sanatçı bir nebze olsun şişkin egosunu sınırlayabilir. Ben izinden yürümeye çalıştığım ustalarla onur duyuyorum.Nizamettin Ariçler, Şivan Perwerler, Aram Tigran ve Ciwan Hacolarla… Metin Kahraman, Serdar Keskin ve Kerem Gerdenzerîler, Livaneli ve Ahmet Kayalarla... Ne kadar lâyık olabilirim bilemem, ama kimlere kulak verdiğiniz çok önemlidir, bunu söylemek isterim.

 Sınırlarının ve imkânlarının farkında olmaya çalışarak…
Geçmişle gelecek arasındaki bu süreklilik içinde kendine özgü bir renk olabilmek...
Bizden sonrakilere daha iyi koşullar sağlamak için uğraş vermek.
E, birazcık daha konforlu bir hayat tabii…
Müzik adına tüm çabam bunlardan ibaret.


MEHMET ATLI ( Do-jin Müzik Dergisi için Yazdığı Yazıdır. )

2 Kasım 2010 Salı

Bir redd-i aşk destanı:Zembilfroş!



Tarihin ve mitolojinin bütün tutkulu aşk destanlarından farklı bir efsane yaratmış olan Zembilfroş'un Sirgut köyündeki mezarını ziyaret ettik.Yaşlı adam, 'Bizim de bir Zembilfroşumuz var' dediğinde şaşırmıştık.
Teybinde, erbane eşliğinde derwişlerin dini motiflerle süslediği Zembilfroş destanı vardı. İsterseniz götüreyim dedi sizi. Şaşkınlığımız meraka döndü bu kez. Teypten yükselen ses, Zembilfroşa ne kadar yakın olduğumuzu söylüyordu adeta.

Zembilfroş'u ilk kez köylerde sokak sokak dolaşan Derwişlerin ilahi tarzındaki müziklerinden duymuştum. Sonra Gülistan'ın insanı mest eden o güzel sesiyle çağdaş müzik versiyonunu... Fakat yine de Zembilfroş'u ziyaret edebileceğimi düşünmemiştim hiç. Ama beynimizi meşgul eden esas soru başkaydı: Diyarbakır'ın (Amed) Silvan (Ferqin) ilçesindeki Zembilfroş nasıl olmuştu da Güney Kürdistan'a gelmiş ve burada gömülmüştü? Yoksa bu başka bir Zembilfroş muydu? Oysa biz Zembilfroş'un öyküsünü Mervani Kürt devleti zamanına ait biliyorduk. Amed ve Ferqin yöresinden geçtiğini öğrenmiştik. Bütün bunları anlattığımız yaşlı adam, gülümseyerek, 'Şimdi görürsünüz' demekle yetindi.

Yürümeye devam ediyoruz. Bahar, gözlerini yeni açan küçük bir çocuk gibi kışın mahmur uykusundan uyanıyor. Güney Kürdistan'ın yemyeşil badem ağaçlarının çiçek açtığı doyumsuz günler bunlar... Ve yol kenarında nergiz çiçekleri satıyor küçük çocuklar... Duruyoruz... Bahçelikler ve bağların arasında, beyaz gelinliğini henüz çıkartmamış kar kaplı dağları seyrediyoruz uzaktan. Yaşlı amca tecrübenin kazandırdığı yetenek ve güçle içimizdekileri okuyor adeta. Bilgece bir tebessümle, 'Şu gördüğünüz dağlar Haftanin, Metina ve Garê dağlarıdır' diyor.

'Bizim Zembilfroşumuz onların yanındadır' diyor usulca. Kırmızılar içinde, yırtık ayakkabısıyla bahar kokulu Kürt çocuğuna sarılarak bir deste nergiz çiçeği alıyoruz. Bu nergizler, Newroz çiçeklerine açılacakları günleri müjdeliyorlar insana. 'Birazdan varacağız' diyor yaşlı amca. Duhok'ta yola çıktığımızdan beri kaç saat oldu bakamadık. Ne ki az sonra, çevresi taş duvarlarla örülmüş, içindeki ağaçların rengarenk bezlerlerle bağlanıp asıldığı alana açılan demir kapının önünde duruyoruz. Önündeki tabelada 'Mezargeha Zembilfroş' yazıyor. İşte o zaman anlıyoruz Zembilfroş'un mezarlığına geldiğimizi.

Güney Kürdistan'daki Zembilfroş mezarlığı, Zaxo ile Dohuk yolu üzerinde bulunan Sirgut köyünde. Batufa nahiyesine 5 kilometre uzaklıkta. Zembilfroş mezarlığının kuzey doğusunda bölgenin en meşhur tarihi yerlerinden birisi olan Qela Şabanî (Şabanın Kalesi) bulunuyor. Bölge halkı, Zembilfroş destanının burada yaşandığını iddia ediyor. Zembilfroş destanı kişiliğin nefsine karşı kazandığı büyük bir kahramanlık örnegi... İnancı ve idealleri uğruna ölmeyi göze alan bu büyük destanın öyküsü her yerde aynı aslında. Bazı teknik, tarihi ve coğrafi farklılıklar görülse de özünde aynı hikayedir anlatılan. Bilinen sevda destanlarından çok farklıdır Zembilfroş. Çünkü bu karşılıksız bir aşkın, karşılık veremeyenin trajik destanıdır.

Zembilfroş efsanesinin, Batufa yöresindeki Sabani Kalesi'nde hüküm sürmüş Behdinan Sultanı zamanında geçtiğini anlatıyor Güney Kürdistanlılar. Diyarbakırlılar ise olayın Mervani Kürt devleti döneminde Ferqin yöresinde geçtiğini savunuyorlar. Güney Kürdistan'daki Zembilfroş mezarının bulunduğu Sirgut köyünde görüştüğümüz köylüler. Zembilfroş'un kendilerine ait olduğunu söylemekle yetinmiyor, destanını da anlatıyorlar bize.

Hayatın bilgeliği

Anlatılanlara göre, çok zengin bir beyin oğluymuş Zembilfroş. Yakışıklıymış. Doğal olarak avlanmayı ve eğlenmeyi severmiş her bey çocuğu gibi. Ta ki günün birinde bir mezarlıktan geçerken, ruh dünyasında yaşadığı olağanüstü değişime kadar... İşte o mezarlıktan geçerken, yaşamı ve ölümü düşünür, kıyaslar... Sadece soyut bir kıyaslama değildir fakat bu: Mala, mülke, zevke, sefaya sahip olmakla, bunlardan yoksun olmanın getirdiği iki farklı yaşam, bu iki farklı yaşamın sonucunda ortak tek bir kader: Yani ölüm!.. Varlığa sahiptir Zembilfroş. Peki nasıl biri olarak ölecektir? Varlıklı, boş biri olarak mı, yoksa belli ideallerin peşinden koşan, onurlu, halkının içinde, halkın gerçekliğini kavramış biri olarak mı? O, ikinciyi tercih eder, yani ideallerinin peşinden gitmeyi... İşte o andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eşi ve çocuklarını alarak uzaklaşır saltanatın nimetlerinden. Köy-köy, şehir-şehir dolaşarak zembil (sepet) satmaya, böylece hayatını kazanmaya başlar. Zembil sattığı için de ismi 'Zembilfroş' olarak kalacaktır.

Derken günün birinde, şehirde zembil satarken sultanın karısı görür Zembilfroş'u ve ona aşık olur. Zembil alma bahanesiyle saraya davet eder ve dizelere dökerek ona aşkını açıklar.

Zembilfroş söz vermiştir fakat kendine... Tövbe etmiştir. Artık hiçbir şey onu inançlarından ve ideallerinden yıldırmayacaktır. Zevk ve sefaya yenilmeyecektir; sebebi aşk da olsa... Onu inançlarından ve ideallerinden uzaklaştırabilecek her türlü anlayışa güçlü bir kişilikle karşı koyacak, dik duruşuyla reddedecektir. Çünkü o, dünya nimetlerinden vazgeçmiş bir derviştir artık. Halkın arasına girmiş bir militandır. Evlidir ayrıca, eşi ve çocukları vardır. Bu yüzden Xatun'a orada ret cevabı verir.

Farklı bir iddia

Zembilfroş, Xatun'un ilanı aşkını reddeder böylece. Xatun kabul etmez elbette. Konuğu olduğumuz Hecî Saleh Gulî, bildik Zembilfroş destanının aksine, Xatun'un Zembilfroş'u orada tutuklattığını ve zindana hapsederek zincire vurduğunu anlatıyor. Buna göre Xatun, Zembilfroş'a olan aşkından vazgeçmez. Ona verdiği saltanatı ne zaman kabul ederse, o zaman serbest bırakılacağını ve özgürlüğüne kavuşacağını söyler.

Fakat Zembilfroş, yaşam ilkeleri doğrultusunda direnecektir. Derken günün birinde, ibadet etme bahanesiyle zincirlerini söktürür ve ibadet sırasında saraydan kaçmayı dener. Ancak kaçacak yer bulamaz ve teslim olması istenir. Buna karşı çıkan Zembilfıroş, sarayın burçlarından aşağıya atar kendini ve inançları, idealleri ölmeyi seçer. Heci Salih Gulli, dini motiflerle süslü bu destanı anlatırken hemen yukarıya düşen Şabanı Dağı'nı işaret ediyor bize. 'Bu dağın üzerinde Şabani Kalesi var' diyor. 'O kaleden atlayan Zembilfroş'u melekler almış, getirip buraya gömmüştür...'

Aşka adanışın destanı

Yaşlıların dilinde, dini inançların, nefse hakimiyetin ve iradenin destanı olan Zembilfroş, daha genç kuşaklarda büyük aşkın, büyük adanmanın ve büyük ilkeler uğruna ölümü tercih etmenin efsanevi sembolü olmuş. Bunlar, Kürtlerin Zembilfroşlarının çoğalması gerektiğini düşünüyorlar.

Yol boyu bize rehberlik eden yaşlı amca ise, 'Güney Kürdistan çağdaş Zembilfroşları da gördü' diyor. Aynı dağlarda kaç gerilla inancı uğruna ölüme gitti. Ve hatırlıyoruz, işbirlikçilere ve düşmana teslim olmamak için Beritan da aynı dağların zinnarlarından aşağı bırakmadı mı kendini? Diğer yoldaşları gibi çağdaş bir Zembilfroştu Beritan...

Kutsal mekan

Ve oturduğumuz yerden kalkarak Heci Salih Guli ve arkadaşlarıyla birlikte Zembilfroş'un mezarına geliyoruz. Mezarının sol yanındaki geniş arazide mayınlı saha işaretli levhalar dikkatimizi çekiyor. Heci Salih, Türk ordusu tarafından 1992 ila 1996 yılları arasında buraların mayınlandığını söylüyor. Onun anlattıklarına göre Zembilfroş'un ziyaret edilmesini istemiyormuş Türk ordusu. Gerillalar da oradaki savaşta destansı direnişler gerçekleştirmişler. Zembilfroş'un onları koruduğuna inanıyor Heci Salih. Diğer köylüler gibi o da, olağan bir gücün Kürt direnişçilerini burada koruduğunu söylüyor. Ve köylüler, her Kürt gencinin çağdaş bir Zembilfroş olması gerektiğini söyleyerek uğurluyorlar bizi.

Xatun'un Zembilfroş'a seslenişi:

'Zembilfroş zembila tine
Dikan bi dikan digerine
Hiş le xatžnê namine
Serî le zeman digerine
Gazi dike ku bibine
Were ser doşeka mire
Le te helal, herama mire
Bidime te zulfi herire
Çavê min e xezalan e
Singamin wek zozana ne
Bejna min wek rihan e
Ciqa beji hejane...'

(Zembilfroş zembil getirir/
Dükkanları dolaştırır/
Hatun'un aklı başından gider/
Başında zamanı dolaştırır...
Çağırır onu, der: Beni gör ve gel/
Gel Mir'in döşeğine otur/
Mir'e haram olan sana helaldir/
Zulfi heriri vereyim sana/
Gözlerim ceylanların gözündendir /
Göğsüm yaylaya benzer /
Reyhan gibi uzundur boyum/
Ne dersen kabulümdür)


Zembilfroş'un Xatun'a verdiği cevap:

'Xatûnê ez tobedarim
Delalê ez tobedarim
Zarok birçîne li malin
Ji rebbe jorî nikarim

('Hatun ben tövbekar biriyim/
Güzel ben tövbekar biriyim/
çocuklarım evde ve açtır/
Yukarıdaki tanrının hatırına, yapamam')

MEHMET YAMAN

ŞAH İSMAİL ASLINDA KÜRT'TÜ



Daha önceki "tarih hatırlatmalarımızda“, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’da ilk Kürt unsurların, Osmanlı-Safevi savaşları sırasında, Osmanlı’nın istekleriyle "Safevilere karşı cephe kurmak maksadıyla“; Kuzey İran’dan taşındıklarını/yerleştirildiklerini belirtmiştik. Bu nüfus hareketinin sebep ve sonuçları, bilindiği gibi günümüze değin taşınmış problemlerimizin ilk sahneleridir. Bu sahnelerdeki düşman Safevilerin, Alevi-Türkmen kimliğini biliyoruz. Bununla birlikte, Şah İsmail’in Türkçe ve güzel şiirler yazdığını ayrıca bir kaç kaba taslak bilgi-yorumla Osmanlı’nın ezeli düşmanı Safeviler hakkında pek bilgi sahibi değiliz.
Osmanlı’nın Safevilere karşı Kürtleri kullanması, Anadolu’da başta Alevi-Türkmenler ve gayri müslim unsurların aleyhine bir hareketti. Osmanlı, Anadolu’nun demografik yapısını tümüyle değişterecek bu hareketi, kendi Sünni iktidarı için tereddütsüz tercih etmişti.
Osmanlı’nın bu tercihini açıklayabiliyoruz, ancak ezeli düşmanı Safevilere karşı Kürtleri kullanmasında bir ince politikanın gizlendiğini düşünebilir miyiz?
Safevi devletinin kuruluşu, İslam ve Türkiye tarihinde gerçekten mühim bir hadisedir. Anadolu ve İran coğrafyasının tarihlerini belki de tümüyle değiştirmiş ender hadiselerden biri de budur.
Safevi devletinin kuruluşunun, İslam tarihi için önemli olan tarafı, Şiiliğin İran’a gerçek manada Anadolu Türkmenleri tarafından taşınmasıdır. Bu devleti kuran Kızılbaş adıyla anılan Anadolu Türkmenleri, Osmanlı ile çatışmayı göze almış, onun iktidarını reddetmeyi basarmışlardır. Osmanlı iktidarı ile Türkmenler arasında kanlı çatışmalara sebep olan Safevi ideolojisi ve taraftarlığı, belki de Osmanlı’nın yasadığı ilk büyük ayrışma olarak değerlendirilebilir. Alevi-Türkmenler’in modern Türkiye’de dahi sorunlarıyla ilgilenilmemesi, onlara zoraki hayatlar yaşatılması, asla ve kata Türk tarihi-edebiyatı-dili içersinde önemsenmeden anılmaları, bizce Safeviler döneminden kalma ayrışmanın farklı bir tezahürüdür.
(…)
Safevilerin Kürtlüğü:
Kökenleri, siyasi gelenekleri ve konumlarının anlaşılmazlığı itibariyle Safevi sülalesi, bilindiği gibi kadim Persia geleneğine oldukça yabancıdır. İranlılar için "ulusal“ rollerine uygun herhangi bir siyasi anı bırakmamışlardır.
Safevi ailesi, Moğol çağından beri bilinmekteydi. Sülaleye adını veren ata,
Şeyh Safiüddin İshak Erdebili’nin Kürt olduğu "Safvat al-Safa" isimli tarikat yazmalarında mevcuttur.
Karakoyunlu Cihansah’ın vakıf belgelerinde bu sülalenin sünni-Kürt olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Safevilerin ataları hiçbir kaynakta "seyyid“ olarak anılmamışlardır. Ancak bir dönem kendilerini Peygamber’in akrabası olarak yani Seyyid ünvanıyla takdim etmişlerdir.
Bu Sünni-Kürt sülale nasıl oldu da Türkleşti ve Alevileşti?
Safevilerin Türkleşmesi:
Safevilerin isim atası Şeyh Safiüddin’in dördüncü kuşaktan halefi Şeyh Cüneyt, o zamanlar Diyarbekir’de hüküm süren Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıyla evlenince, Safevi sülalesi ile Akkoyunlular hısım oldular. Şeyh Cüneyt, uzun Hasan'ın kız kardeşiyle evlenmiştir. Safevi sülalesinin Türklerle kurduğu bu akrabalığın amacı, Anadolu içlerine kadar bir hakimiyet alanı açmaktı. Zaman içinde bir zamanlar Sünni-Kürt olan bu sülale, Alevi-Türkmenlerden etkilenecek ve de ilerleyen zamanlarda bütün ideolojisini bu etkileşim üzerine kuracaktı.
Nitekim, anne tarafından Akkoyunlu Prensi olan Şah İsmail, tarikatının propagandasını Oniki İmam’cı, Ali’ci olarak kurmuştu. Anadolu Türklerinden ve diğer Anadolu halklarından aldığı farklı özgürlükçü havasıyla, bu Türkmen prensine, İran tarihi oldukça marjinal bir imaj biçmiştir. Kendisinin Anadolu hakimiyeti arzusuyla Türkmenlere ilgi duyması, Türk kimliğini kullanması, Kürtler arasında farklı düşüncelere sebep olmuştu. İran’daki bazı Kürt zümreler onu gerçekten destekliyorlardı. Bir çok tarihi kaynakta Kürtlere Kızılbaş denmesini (SàreSor) bu durumla açıklayabiliriz. Kızılbaş terimiyle Kürt’ün bazı tarihi belgelerde eş anlamlı kullanılmasının bir diğer sebebi ise, bazı Kürt aşiretlerinin aynen Alevi Türkmenler gibi başlarına kırmızı serpuş takmalarıdır. Bizce oldukça manidar bir eş anlamlılıktır…
Şeyh Cüneyt’in bölgedeki iktidarı elde etmek ve Şeyh Bedrettin taraftarlarını yanına çekmek için Şiiliği seçmesiyle, Anadolu Türkmenleri ile Safevi buluşması aynı zamana denk gelir.
Şah İsmail’in Alevi-Türk olarak tahta çıkması:
Safevi sülalesinin atası Kürt Şeyh Safiüddin, 1234 yılında ölmüştü.
Torunu Şeyh Cüneyt, Anadolu Türkmenleri arasında, kendisinin Türkmenlerle kurduğu akrabalığı kullanarak tarikatın Şiiliğini/ideolojisini 1450’li yıllarda yaymayı başarmıştı.
Safevi tarikatına bağlanmış veya onun faaliyetlerini destekleyen Türkmen oymaklar, 1501 yılında Şeyh Cüneyt’in torunu İsmail’i 14 yaşında henüz bir çocukken iktidara getirdiler.
Sonradan Şah ünvanını alacak İsmail’i iktidara getiren Türkmen oymaklar, Esna-i Asare Şiiliğinin Kızılbaş şeklini hem Anadolu’ya hem de İran’a icbar edeceklerdi. (mecbur kılmak)
(…)
Şah İsmail ve Safeviler her ne kadar Anadolu Türkmenlerinden destek bulmuşlarsa da, İran yerleşik halklarından pek destek görmemişlerdir. Kızılbaş temsili, elbette Anadolu’da olduğu gibi İran’da olmayacaktı. İran’da çok ciddi ve sert tutumlarla karşılanan Safevi ideolojisi, kadim Persia kültürü karşısında zamanla erimişti.
Safevi devletinin kuruluş devrinde İran’ın Sünni bölgeleri vardı. Ayrıca, İran’daki dini ortam, Kızılbaş Şiiliğinden alabildiğince derindi. Safevi sülalesinin iktidarı sırasında, Esna-i Asare Şiiligi, Kızılbaş Şiiliğin kurallarından, İrani ahlaka uymayan bütün unsurlarından temizlenecekti.
Türkmenler nasıl istenmeyen unsur ilan edildiler:
Şah İsmail divanında, kendisini Mehdinin öncüsü zaman zaman da mehdi gibi görmüştür.
Bazı Kızılbaş Türkmen gruplar, ona Tanrı gibi yaklaşıyorlardı. 1554 yılında sufi bir grup, Şah İsmail’i mehdi ilan edince, Şah Tahmasb bu yayılış ve güçten rahatsız oldu. Şah İsmail ve taraftarlarını istenmeyen unsur ilan eden Şah Tahmasb bu hareketin başlıca adamlarını idam etti. Türkmenleri İran halkından ayrı tutarak onların dışlanmasını sağladı. Büyük zulm ve hakaretlerle gecen bir mücadele yasandı…
Tıpkı, Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi Türkmenler bu devletin de kurulmasındaki temel fiili katkılarından sonra, "istenmeyen adam“ ilan edildiler. Yani sonunda, Türkmenler ne İsa’ya kul, ne de Muhammed’e ümmet oldular…
Hatayi:
1487 de doğdu. Asıl adı İsmail’dir. XIII.-XIV. yüzyılda yaşayan, Halvetilikle Kalenderiliği birleştirerek Safaviyye-Erdebiliyye denen bir tarikat kuran Şeyh İshak Safiyeddin’in soyundandır. Genç yaşında Azerbaycan’daki Şii aşiretleri, etrafına toplayıp Şirvan, Azerbaycan ve Irak ülkelerini zaptetmiş, Özbek Hani’ni mağlup etmiş ve öldürtmüştür.
Anadolu’ya gönderdiği halifelerle Alevileri elde etmeye muvaffak olmuş, II. Beyazıd’ın zaafından faydalanıp, doğu illerine akınlar yapmış, nihayet 1510’da Yavuz Sultan Selim’le Çaldıran’da çarpışıp bozguna uğramıştır.
Şah İsmail bundan sonra Avrupa Hükümdarlarıyla uyumaya çalışmış, 1517’de Papa X. Leon ve Kayser Maximilyan’la birleşmek istemiştir. Sonradan V. Karl, kendisiyle ittifak teklifinde bulunmuş, fakat bu birlik tasavvur halinde kalmıştır.
1524’de Erdebil’de ölen Şah İsmail, Hatayi mahlasıyla, aruz-hece ölçüsüyle yazdığı Türkçe şiirlerde, mezhebinin propagandasını başarıyla yapmıştır. Hatayi gerçekten de büyük ve içli bir şairdir. Alevi ve Bektaşi edebiyatında essiz bir yeri vardır.’’ (Abdülbaki Gölpinarli)

Lena Umay
Odatv.com

29 Ekim 2010 Cuma

Seyid Rıza'nın İngiltere'ye Yolladığı Mektup



Dışişleri Bakanlığına

Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı.

Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor.

Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık.

Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor.
Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor.

Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.
Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.

Seyit Rıza
Dersim Başkomutanı

26 Ekim 2010 Salı

Kürdistan Madalyası



1842 yılında Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlık ilan eden ve statüsünü1846 yılındaki büyük çarpışmalara kadar koruyan Botan Emiri Mîr Bedirxan Bey’in 27 Temmuz 1847′de Eruh Kalesi’nde teslim oluşu ile Kürt birlikleri Osmanlı ordusuna karşı yenilmişti.

Osmanlı’nın Harput, Urfa, Diyarbekir, Erzurum, Bağdat veMusul bölgeleri askerlerinden oluşan ordusunun başında Mareşal Hafız Osman Paşa bulunmaktaydı. Mir Bedirxan’ın yenilgisinden sonra Sultan I. Abdülmecid tarafından, tekrar ele geçirilen ’ülke’nin hükümdarı olduğunu gösteren bir Kürdistan Madalyası yaptırıldı ve bu madalya Kürdistan idaresine yapılan müdahalede görev almış askerlere devlet nişanı olarak takıldı.

Altın, gümüş ve bronz olmak üzere üç çeşit olarak bastırılan bu madalyanın ön yüzünde Kürdistan dağlarını gösteren bir çizimin üstünde Kurdistan, hemen altında ise taarruzun hicri takvimdeki karşılığı olarak 1263 yazmaktaydı. Kürdistan madalyasının arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu. 29 mm’lik çapıyla birçok Osmanlı askerinin elbisesini süsleyen bu madalya, Kürdistan’ın önemini ve o dönemde Osmanlı tarafından tanınmışlığını göstermesi açısından önemlidir

Kürt Sanatçı Tara Jaff'la Söyleşi





















Farklı bir yorumla Tara Caf’ın tarzını koyduğu isyan dolu bir eser..Tara Caf’ın, Avaşin Yorulmaz ile yapmış olduğu söyleşiyi ekledik.  Kim olduğunu kendisinden dinleyelim.
 
Babam diplomattı. Görevi gereği birçok ülke tanıdı. Babam müziğe düşkündü. Özellikle klasik müzik hayranıydı. Annemle evlenince Rusya’ya gitti. 1950′de Moskova’da kaldı.
Sovyet Rusya’da hükümet sanata ve kültüre büyük önem verirdi. O dönem herkes konserlere gidebiliyordu. Babam Rus kültüründen çok etkilenmişti. Evimize hep klasik müzik çalınırdı. Bazen de bizi klasik müzik dinlemeye zorlardı.

Biraz kendinizi ve müziğe nasıl başladığınızı anlatır mısınız? 

Babam ablamın müzisyen olmasını istiyordu. Ablam 5 yaşında piyanoya başladı. Müzik konusunda Babam ablam üzerinde titrerdi. Ablam 15 yaşındayken Bağdat’ta çok güzel bir konser verdi.
11 Yaşımda müzik okuluna başladım. 1970′lerde müzik okuluna siyasi propaganda karıştı. Müzik siyasete kurban edildi. Müzik siyasal amaçlar için kötü kullanılmaya başlandı.
1972 yılında Babam siyasi suçtan hapse atıldı. Bu olay bizi oldukça etkiledi. Ablam piyanoyu bıraktı. Ben de kendime gitar aldım. Kendi kendime gitar çalmayı öğrendim. Şarkı söyledim. Klasik müzikten gittikçe uzaklaştım. Pop ve Rock daha fazla ilgimi çekiyordu.
18 Yaşındayken (1976′da) İngiltere’ye gittim. Üniversiteye başladım. Ders çalışırken arada müzikte yapıyordum. Mandolin çalmasını öğrendim.
1986′da evlendim. Müziği eski yoğunlukta yapamıyordum artık. Arada bir müzik yapıyordum. Çocuğum oldu. Evlilik, çocukla uğraşayım derken, müzikten uzaklaştım. Müziği bıraktım. 1993′te eşimden ayrıldım. Okula devam ettim. Psikoloji bölümü okudum. Bu esnada tekrar müziğe başladım. Harpı keşfettim. Harpı keşfedince bütün müzik aletlerini bıraktım. Çünkü kendimi harpta bulmuştum.

Harp’ı bir Yunan çalgısı olarak biliyorduk. Harpın Kürt müziğindeki yeri nedir?

18. yy.da Kürt Sufi şiirlerinde Harptan söz ediliyor. Kürtçe Harpa ‘Çeng’ deniliyor. Çeng çok eski bir enstrümandır. 5 bin yıllık bir geçmişi var. İlk olarak Sümerler kullanmış. İran (Aryen) bölgesinde yaygınmış.
Söylediğim Hawrami şarkılar da çok eski. Eski bir enstrüman olan çengi ile eski Hawrami şarkıları birleştirdim. Ve ortaya çok güzel bir uyum çıktı.

Harp ya da Çengin, Kürt müziğinde pek kullanıldığını görmedim. Müziğinizde şimdiye kadar dinlediğimiz alışıla gelmiş Kürt müziğinden farklıdır. Yanılıyor muyum?
 
Doğru söylüyorsunuz.
İlk çeng konserimi 1994′te verdim. İnsanlara çok tuhaf geldi. Kürt müziği için yeni bir şeydi. Kürt müziği ya müthiş coşkundur, ya da müthiş hüzünlü. Ben ise rahatlayıcı bir müzik yapmak istedim.
İnsanlar beni dinlerken, başka bir dünya ya gitsin, mevcut bulunduğu durumdan uzaklaşsın… Çünkü yaşam acılarla dolu. Hayat sert. Stres çok. Ben strese girince çengin arkasına geçiyorum. 10 dakika çalıyorum ve rahatlıyorum.

Kürtlerin aşina olduğu bir müzik kulağı var. Müziğiniz kulak alışkanlığı anlamında Kürtlere yabancı kalmıyor mu?
 
Harpı ilk Kürt müziğinde ben kullandım. Yavaş yavaş alıştırmak istiyorum.

İnsan müziğinizi dinlerken tanrısal bir atmosferde kendisini hissediyor. Bu tanrısallık nereden geliyor?

Söylediğim şarkılar çok eski ve otantik. Çeng de eski bir enstrümandır. Müziğimde doğal bir ses vardı. Tanrısallık buradan geliyor.

Müzik ile felsefe arasında bir bağ kuruyor musunuz?

Ben daha çok ruha inanıyorum. İçimizde, insan özünde çok temiz ve saf bir yer vardır. Dünya karmaşası içinde ruhumuz bazen yoruluyor. Çünkü akıl, ruha istemediği şeyler yapıyor. Yorulan ruh müzik, şiir ve resimle dinleniyor. Diğer sanatlar ruha geç ulaşabilir. Ama müzik kulaktan hemen ruha giriyor. İnsanın bir gerçek bir de sahte ruhu vardır. Sahte ruh (ya da öz) çevrenin baskısıyla oluşturulmuştur. Aslında öyle bir şey yoktur. İnsan kendini anlatıyor. Çevrenin oluşturmasını istediği ruhun kendinden olduğuna inanıyor. Gerçek ruh ise, derine iniyor. Müzik derine inen bu ruha ulaşıyor. Beyin sahtedir. Ama ruh güzeldir. Söz beyni, müzik ruhu işleti yor.
Müzik sözle değil, sesle yapılıyor. Bir şarkının sözlerini anlamasan da müziğini, yani sesi hissedebilirsin. Söz sonradan yaratıldı. Ama ses hep vardı. Hatta söz sesin bir taklididir…?
Çok doğru. Müzik sestir. Ama kendiliğinden bir ses değildir. Var olan sesleri ölçülere göre bir araya getirmektir. Zaten sanat, insan ve yeryüzü doğasındaki sesleri bir araya getirebilme becerisini gösterebilmektir.
Aşk’ta ruhtan gelir, müzikle aşk arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Ruhen âşık olmak çok öneldir. Sufilerin Allah aşkı ile normal dindarların Allah aşkı arasında çok büyük bir fark vardır. Sufilerin Allah aşkı daha derindedir. Ve daha fazla hissediyorlar. Sufiler Allah aşkını hissederek ibadet ediyorlar. Diğer dindarlar akılla ve mantıkla ibadet ediyorlar.
İnsan aşkı da öyledir. İnsan âşık olunca ruha yaklaşıyor. Herkesin ruhu temizdir. Ama akıl ve toplumsal eğitimle oluşmuş karakter (kişilik) ruhu kirletiyor. İnsan âşık olunca ruhu ve karakteri birleşiyor. Dünya ya, insanlara, olaylara bakışı değişiyor. Aşkta akıl ve çevrenin oluşturduğu karakter kapanıyor. Yep yeni bir durum ortaya çıkıyor. Mesela iki kişi âşık olduğunda her şeyde bir birlerini hissederler. Müzik dinleyince, kitap okuyunca, çalışınca… Her şeyde onu hissedersin. Müzikte böyledir.

Müziğiniz ile yaşam arasındaki bağ…?

Annem ve Babam kanser hastasıydılar. Hastaneye yatırıldılar. Sabah akşam onların yayındaydım. 24 Saat onlara hizmet ediyordum. Çok yoruluyordum. Oğlumla uğraşıyordum. Kendi me vakit bulduğumda gelip bir saat çeng (harp) çalıyordum. Müzik beni yaşadığım acıdan, sıkıntıdan uzaklaştırırdı. Bana kuvvet verirdi. Annem öldükten 3 ay sonra Babam da öldü. Müziğe daha fazla yöneldim. Artık hayatımın müziği başladı. Kürt şarkılarına araştırdım. Müzikle şuurumu rahatlatmak istiyorum, ün peşinde değilim.

Albümünüz ne zaman çıkıyor? 

Tara -Mayıs ayında çıkıyor. Uzun bir süredir çalışmalarını yapıyorduk. Zevkle yaptım bu albümü.

Albümünüzde kaç şarkı var? Eski çalışmalarınızda olduğu gibi şarkılarınızın tümü eski halk şarkılarından mı oluşuyor?

Tara – yeni müzik albümüm sekiz şarkıdan oluşuyor. Yedi şarkı eski Hewreman halk şarkısıdır. Bu şarkıları yeniden yorumlamışım. Tabi ki yorumlarken orjinini bozmamaya çalıştım. Bir şarkı da Sorancadır. Soranca şarkının söz ve müziğini ben yaptım.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Lozan'da Kürtler



Lozan'da Kürtler

Lozan’da en fazla fırtına koparan konuların başında Kürtlerin azınlık olup olmadıkları tartışmaları vardı. Lozan’daki görüşmeler devam ederken aynı tartışmalar TBMM’de de yaşandı.
Lozan’da görüşmeler sırasında, Avrupalı devletler Kürtlerin “Azınlık” olduğunda ısrar edince, İsmet İnönü buna karşı çıkarak şöyle der: “Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyetinin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil, bir millettirler; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir..”
Lozan’da hem Türk asıllı temsilciler hem de Lozan’a Kürtleri temsilen gittiği iddia edilen Diyarbekir milletvekili Zülfü Tiğrel ve ayrıca bizzat heyet başkanı İsmet İnönü, “azınlık” tanımını İslam hukukuna göre yaparak “Kürtlerin azınlık değil, asli unsur olduklarını savundular”
Azınlıklar, sosyal hayatlarda kendi iç hukuklarını uygulamakta, dini inançlarını yaşamakta ve kendi dilleri ile eğitim ve öğretim yapmakta, dillerini toplum hayatının her sahasında kullanmakta serbesttiler. Kürtler, Türkler, Arnavutlar, Çerkezler, Araplar ve diğer tüm Müslüman halklar ise aynı seviyede eşit ve aynı haklara sahiptirler. Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Çerkez, Laz, Gürcü gibi Müslüman kavimlerin tamamı ana dille, eğitim dahil kimlikleri ile ilgili her türlü haklarını kullanmada eşittirler.

Tan, Altan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010. ss. 193-194


Kürt Tarihi ve Uygarlığı

Osmanlı'da Kürtler Özerk miydi?




Kürt- Osmanlı Özerklik Antlaşması Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’a dönerken Amasya’da konakladı. Savaş’ta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında Amasya’da buluşarak tarihi Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı… Yavuz 1520’de ölümüyle yerine geçen tek oğlu Kanuni Sultan Süleyman bir frman yayınlayarak aynı siyaseti devam ettirdi. Bu ferman:“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara karşı cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdide devlete doğruluk hizmetler ifa eden bilhassa bu defa ki İran serfine katılarak Kızılbaşlarına yararlılıklar gösteren Kürt Beylerine, Gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarda ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsülleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir…” (Kaynak: Topkapı Sarayı Müzesi arşivi E.11969)

Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen Özerlik şartlarına göre:
1- Kürt Emirleri atalsarıdan kendilerine intikal eden topraklarda, bağımsız olarak, geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir.
2- Osmanlılar bir yabancı devletle savaştığında Kürt Beyleri kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışarıdan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılarda Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır.
3- Kürt emirler Osmanlı devletine her yıl, tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.

Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş Yayınları, İst. 2010, ss. 79. 80

20 Ekim 2010 Çarşamba

Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde Kürdistan



Evliya Çelebi Seyahatname Kürdistan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16 ve 17. Yüzyıllarda Kürdistan-Martin van Bruinessen



Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16 ve 17. Yüzyıllarda Kürdistan Çeviri: Ahmet Akşit



Şeref Han Bitlisi’nin Şerefname’sini tamamlamasından yaklaşık 60 yıl sonra ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi, Kürdistan’a uzun bir gezi yaptı.[1] Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatname’si, gezi edebiyatında pek rastlanmayan eşsiz bir çalışmadır. Bu ciltlerin basılmış nüshaları ilk kez piyasaya çıktığında orijinal (sonraki yazmaların kopya edildiği düşünülen ve Evliya’nın kendinin yazdığı veya bir katibe dikte ettirdiği elyazması) nüshalar henüz kitabın editörleri Necib Asım Bey ve büyük tarihçi Ahmed Cevdet’in eline geçmemişti. Bundan başka Sultan II.Abdülhamid’in sansürcüleri (ya da sansürcülerden korkan editör) basım aşamasında metin üzerinde bazı değişiklikler yapmışlardı. Evliya’nın Kürdistan notlarının yalnızca bazı bölümlerinin nispeten tatmin edici bir nüshası basılmıştır.[2] Önemli bir bölümü hiç basılmamıştır ve basılması için ciddi bir çalışma gerekmektedir.


Esasen Seyahatname bilinen herhangi bir türe girmez ve bu yüzyıla kadar asla popüler olmamıştır. Çağdaşları onun eserini kötü planlanmış olduğunu düşünüyorlardı ve muhtemelen onun medenileşmiş zevklere uymayan şeylere gösterdiği ilgiden dolayı Evliya bu eleştirileri dikkate almadı. Osmanlı yazarları arasında Evliya’yı geç dönem 20.yüzyıl okurlarına ilginç kılan, muhakkak ki onun bu “kötü zevki” idi. Post-modernistler, onun önemliyi önemsizden keskin bir şekilde ayırmayan, heterojen öğeleri yan yana koymasındaki ruh halini kolayca fark edeceklerdir. Seyahatname’de resmi evraklarla ve uygunsuz fıkraları, cami mimarisi tarifleriyle ve yerel yiyecek ve giyim alışkanlıklarını, kutsal efsaneler ile ve politik olaylar hakkındaki dedikoduları yan yana buluruz; bütün bunlar Evliya’nın kendi maceraları ve onun başkaları hakkındaki şüpheci yorumları ile daha da lezzetlenir.
Evliya’nın Kürdistan’daki Gezileri







Evliya Kürdistan’da üç büyük gezi yapmıştır.[3] Seyahatname’nin ikinci cildinde konu edilen birinci seyahat, Kürdistan’ın kuzey sınırlarını sadece sıyırır geçer. Bu gezi, Evliya Çelebi’nin 1646 yılında Erzurum valisi ve baş komutan olan Defterzade Mehmed Paşanın yanına gümrük katibi ve baş müezzin olarak atanmasıyla başlar. Kuzey Anadolu yoluyla Kemah ve Erzincan’dan geçerek Erzurum’a varır. Erzurum’dan Erzincan üzerinden batıya dönmeden bir gezi de Azerbaycan ve Gürcistan’a yapar. 1649-50 deki ikinci gezi onu Şam ve Halep’ten Urfa’ya, Maraş, Kayseri, Aksaray, ve Sivas’a ve buradan Arapkir, Harput, Pertek, Palu, Genç, Muş ve Bingöl dağlarına sürükler. Artık üçüncü cildin ilgili bölümleri iyi bir edisyonla ve Almanca çevirisiyle piyasada mevcut.


1655 ve 1656’daki üçüncü seyahat, dördüncü cildin büyük kısmını ve beşinci cildin ilk bölümünü kapsar. Evliya Çelebi Van’a vali olarak atanan Melek Ahmed Paşaya katılmaya gider. Van’a Diyarbakır ve Bitlis yolundan gider ve bu şehirlerde ayrıntılı ve canlı tarifler yapmaya yetecek kadar zaman geçirir.[4] Diyarbakır valisi Firari Mustafa Paşa’nın Sincar dağlarında savaşan Arap ve Yezidi aşiretlerini sakinleştirmek bir sefer sebebiyle şehir dışında olduğunu öğrenince, bu bahaneyle gezisini uzatarak Sincar’a gider.[5] Bitlis’te, pek methettiği serbest fikirli Kürt yönetici Abdal Han’a misafir olur. Sonra Van’dan Abdal Han’a karşı düzenlenen cezai nitelikli bir sefere katılır ve Han’ın hal edilmesine, zengin kütüphanesinin yağmalanmasına ve yerine oğlunun seçilmesine şahit olur. Bir yıl sonra Evliya Çelebi Bitlis’den üçüncü defa geçer, Abdal Han’ı tekrar emirliğin başında bulur ve rehin olarak Han’la bir süre geçirir. Büyük bir Kürt emirliğinde yaşanan bu tecrübeler, başka bir kaynakta bulabileceğimizden daha canlı bir günlük yaşam anlatımı sunar. Evliya Çelebi, Şerefname’yi duymuş olmalıdır ve içeriği hakkında kulaktan dolma bilgisi olması muhtemeldir fakat bizzat okumamış olduğu anlaşılmaktadır. Bitlis notlarında Han’ın yağmalanmış kitapları arasında olması vesilesiyle Şerefname’den bir kere bahis eder.


Van’da bulunduğu müddetçe seyahat için hiç bir fırsatı kaçırmaz, böylece Hakkari hakkında önemli gözlemlere sahip olmamıza vesile olur(bu bölümler halen doyurucu bir şekilde çalışılmamıştır).[6] Melek Ahmed Paşa, kendisine batı İran’ın uzun fakat içinden çıkılmaz anlatımını yazdıran (ki açıkça yanlış olan bölümleri insanı İran’ı gördüğü konusunda şüpheye düşürür) bir diplomatik görev verir. Bu notlar 1656 yılının ilk aylarında son bulur; onun ayrıntılı anlatımları kesinlikle orada olduğunu ve sonradan güneye de bir gezi yaptığını kanıtlar. Bunu, basılı nüshalarda olmadığı için varlığı uzun süre bilinmeyen bir bölüm takip eder. Evliya Bağdat’dan kuzeye yönelir, güney Kürdistan’da Diyarbekir, Cizre ve Hasankeyf yoluyla bir tur atarak Musul üzerinden Bağdad’a döner. Bu bölüm hiç bitmemiştir ve anlaşıldığı kadarıyla Evliya ölene dek bölümü yazmaya devam etmiştir. Evliya’nın yazmaya niyetlendiği tümüyle boş ya da sadece başlığı olan sayfalar vardır. Yer yer bölgelerin coğrafi düzeni hakkında, Evliya’nın çözümleyemediğini belirttiği, hatalar vardır. Ancak, aynı döneme ait diğer Osmanlı ve İran çalışmaları ve dokümanlarıyla beraber Kürdistan’ın az bilinen 15-17. yüzyıllarına ışık tutacak nitelikte olan dördüncü cildin neredeyse üçte birini oluşturan bu gezinin notları ciddi bir edisyon gerektirmektedir.


Evliya Çelebi, gezileri sırasında Kürdistan’da geçtiği yerler hakkında notlar alır: Havar, Sine, Kızılca, Erbil, Kerkük ve Şahrazur eyaletleri; Ninova, Akra, Diyarbakır, Cizre, Hasankeyf, Nizip, Eski Musul, Tikrit, ve Bağdat şehir merkezlerini kaydeder. İleride vakit bulduğunda Seyahatname’yi yazarken kullanacağı, gezerken gördüğü her şey hakkında bol miktarda not tutar. Ayrıca diğer kaynaklardan, resmi dokümanlardan, gezerken veya sonradan okuduğu çeşitli kitaplardan serbestçe faydalanır.[7] Gezilerle kitabın fiilen yazılması arasına hatırı sayılır bir zaman girdiğinden gezi notlarını her zaman doğru bir coğrafi düzene yerleştiremez. Bazı tanımları öylesine bulanık ve karışıktır ki anlattığı yerleri fiilen gezip gezmediği şüphe duyulur. Buna örnek olarak İran gezisinde çok daha eski bir coğrafya eseri olan Kazvini’nin Nuzhat al-kulub’unu tekrarladığı aşikar olan bölümleri verilebilir. Yine de kötü düzenlenmiş bile olsalar kulağa doğru gelen Kürdistan notları için bu geçerli değildir.


Diğer kaynaklarla mukayese edildiğinde Seyahatname’nin doğası


Seyahatname, Şerefname gibi sistematik bir çalışma değildir ancak diğer kaynakların ihmal ettiği Kürdistan’ın sosyal ve politik hayatını açısından zengin bir kaynaktır. Dönemin kadınların durumuyla(Bruinessen 1993) ilgili, yaygın dini ritüeller ve sufi tarikatlar ve din ulularına saygı (Bruinessen & Boeschoten 1988, Bruinessen 1990) gibi konularla etnik ve dini azınlıklar, diller ve edebiyat üzerine bilgi veren az sayıda kaynaktan biridir. Çelebi’nin Kürdistan’a atanmış yüksek rütbeli Osmanlı görevlileri içindeki pozisyonu, ona ilk elden devletin Kürt aşiret ve emirliklerle ilişkilerinin pratikte nasıl yürüdüğünü gözlemleme fırsatı vermiştir.[8]


Seyahatname’nin mukayese edilebileceği diğer mühim bir eser de İmparatorluğun Kürt eyaletleriyle ilgili uzun bölümler de içeren, büyük Osmanlı coğrafi çalışması olan Katib Çelebi’nin Cihannüma’sıdır. Tamamlanması Evliya Çelebi’nin Kürdistan gezilerinden birkaç sene öncesine, 1648’e rastlar. Yazar sadece kendisinden önceki çok sayıda eserden bilgi toplamakla yetinmez ama kendi deneyimlerini de temel aldığı bölümleri kaleme alır; İran’ın Irak’ı ikinci işgalinden sonra geri almak için sefere çıkan Hüsrev Paşa’nın yanında bulunur (1629).[9] Cihannüma’da büyük kervan yolları üzerinde bulunan, haklarında pek çok ilginç bilginin verildiği yerlerin bahsi geçer. Şerefname’niyi tercüme eden Charmoy, yazdığı önsözde Cihannüma’dan çokça bahseder. Gerçekten de onun etnoğrafik ve coğrafi sunumu Katip Çelebi’nin eserinin ilgili bölümlerinin çevirisinden ibarettir. Evliya’nın dağınık notlarını düzene sokmakta hiç şüphesiz Cihannüma yararlı bir referans olacaktır.[10] Ancak Cihannuma’nın Seyahatname’nin olmadığı kadar sistematik olmasına karşılık, Seyahatname gerçek insanların hayatı hakkında daha bilgilendiricidir.


Son olarak, Kürdistan hakkında değerli bilgiler içeren daha sonraki dönemlere ait bir başka seyahatnameye, Mehmed Hurşid Paşa’nın Seyahatname-i hudud’una değinelim. Yazarı 1848-52 yıllarında İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Basra’dan Beyazıd’a hududu belirleyen sınır komisyonunun görevlisi olan bu eser, köylerde ve aşiretlerdeki nüfus rakamlarını içeren, pek çok ayrıntılı istatistiki bilgiye de yer veren ,coğrafi referanslardan oluşan önemli bir çalışmadır.


Evliya’nın daha sistematik tarihçilerden ve coğrafyacılardan farkı, bürokratik detaylara ve idari bölünmelere aldırmayışından ileri gelir. O, eyalet, eyalet veya idari bölge, idari bölge ile şehri tartışmaz fakat haritanın bir ucundan öbür ucuna atlayarak mukayeseler yapar. Hiç şüphesiz çağdaşları da her bölgede olan etnik karmaşanın farkındaydılar ama onlar, çeşitlilikle ilgilenen ve gururla, düzinelerce farklı dilden ve lehçeden örnekler ve bir sürü heterodoks mezhepten anekdotlar yazan Evliya kadar açık konuşmazlar.



Kürdistan ve Kürtlerin Kökenleri üzerine


Bilindiği gibi, o yıllardaki resmi yazışmalarda Kürdistan idari birim olan bir eyalet adıydı. Evliya’ya göre politik ve idari sınırlara bakmaksızın bu terim, Kürtler için öncelikle etnik bir kategoriye işaret ediyordu. Bunu çok çeşitli şekillerde kullanır. Misafir sevmez bir bölgeyi anlatacak olduğunda, eğitim görmüş bir şehirlinin kaba ve korkutucu kırsal nüfus için yukardan bakan “Kürdistan, Türkmenistan ve sengistan “ ifadesini kullanır ki bunun belki de en iyi tercümesi “Kürtlerin, Türkmenlerin ve kayaların memleketi” dir.


Şimdi şu paragrafa bakalım: “Memâlik-i azîmdir, bir ucu cânib-i şimâlde diyâr-ı Erzurum’dan diyâr-ı Van’dan diyâr-ı Hakkari ve Cizre ve İmâdiyye ve Musul ve Şehrezûl ve Harîr ve Ardalân ve Bağdâd ve Derne ve Derteng ve ta Basra’ya varınca yetmiş konak yer Kürdistân u sengistân add olunur kim Irâk-ı Arab ile Âl-i Osmân mâbeyinde bu kûh-ı bülendler içre altı bin adar aşâ’ir ü kabâ’il-i Ekrâd sedd-i sedid olmasa kavm-i Acem diyâr-ı Rûm’a istîlâ etmeleri emr-i sehl idi.


İnşâallah mahalliyle alti bin aded mîhr-i aşâ’irleri dahi tahrîr etmeğe destime hâme-i cevâhir-gûyâmı almışım, ammâ bu Kürdistân’ın arzı, tûlu gibi vâsi değildir. Cânib-i şarkîsinde Acem hudûdunda Harîr ve ve Ardalan’dan hâk-i Şam ve hâk-i Irak –ı Arab ki hâk-i Haleb’dir, ol hâk-i pakeyne varınca Kürdistân’ın arzı yigirmi ve yigirmi beş konak ve ednâsı on beş konak yerlerdir. Ammâ bu kadar ülkeler içre beş kere yüz bin tüfeng-endâz ümmet-i Muhammed Şâfi’îyyü’l-mezheb vardır. Ve cümle yedi yüz yetmiş altı pâre kal’a add olunur kim cümle imârdır.[11]


Bu paragrafta Evliya, Osmanlı İmparatorluğu için koruyucu bir tampon işlevi olan Kürdistan’ın özel önemini vurgulamaktadır. Evliya’nın, İdris Bitlisi’de, geç dönem Osmanlı tarihçilerinde ve Şerefname’de de kullanılan, Kürt emirlikleri ve aşiretlerinin nispeten bağımsız olmalarının İmparatorluğun güvenlik çıkarlarına daha uygun olduğu yolundaki argümanı tekrarladığı görülür. Bu argümanı en bariz şekilde Aziz Efendi (Murphey 1985) Nasihatname’sinde kullanmıştır. Kürtlerin sıkı Şafi hukukuna bağlı iyi Sünni Müslümanlar oldukları değerlendirilmesi, onları Şii Safevi İran’a karşı güvenilir müttefik olarak ortaya koyduğu için bu argümanın en hayati kısmıdır. İdrisi Bitlisi ve Şeref Han, esasen dost Kürtlerin Sünni yakınlığına o kadar çok vurgu yaparlar ki kişi onların sadakatini kanıtlayan Osmanlı usulü resmi bir görüşme istediklerini düşünür. Diğer kaynaklardan ( ve Seyahatname’deki diğer pasajlardan) anlaşıldığına göre, onların arasında sadece pek çok Yezidi değil ama Kürdistan’daki çeşitli heterodoks mezheplerin taraftarları olduğunu biliyoruz.[12]


Evliya Çelebi’nin erken Kürt tarihi konusunda en sık alıntı yaptığı kişi, şimdiye kadar kim olduğu anlaşılamayan Miğdisi (Mighdisi) adını verdiği bir Ermeni tarihçidir.[13] Evliya Çelebi’nin bu Miğdişi’ye dayandırdığı efsaneler, erken Kürt tarihini iki ayrı efsane grubuna, Peygamberlerin hikayeleri (Kısasü’l-Enbiya) ve Şahname’nin İran geleneğine bağlar. Evliya’nın Miğdişi’si, “Tufan”dan sonra konuşulan en eski dil(lerden) olduğunu belirterek Kürtçe’nin saygın bir döneminden şöyle bahseder: “Müverrih Mığdısî kavli üzre ba’de’t-tûfân-ı Nûh, imar olan şehr-i Cûdi’dir, andan kal’a –i Sincâr’dır, andan bu kal’a-i Mefârikin’dir amma şehr-i Cûdi sâhibi Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim altı yüz sene mu’ammer olup Kürdistân diyârların geşt [ü] güzâr ederek bu Mefârîkin’e gelüp âb [u] hevâsından hazz edüp bu zemînde sâkin olup evlâd [u] ensâbı gâyet çok olup lisân-ı İbrî’den indiyyât bir gayrı lisân-ı turrehât peydâ etdi kim ne İbrî’dir ne Arabî ve ne Pârisî ve ne lisân-ı Derî’dir ve lisân-ı Pehlevî’dir, ana hâlâ lisân-ı Kürdim derler. Bu diyar-ı Mefârikîn’de peydâ olup hala diyâr-ı Kürdistân’da isti’mâl olunan lisân-ı Kürd Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışdır, ammâ vilâyet-i Kürdistân dağistân u sengistân bilâd-ı bîpâyân olmağile on iki gûne lisan-ı Ekrâd vardır kim birbirlerine elfâzları ve lehçe-i mahsûsaları mûğayirdir kim niçesi birbirlerinin kelimâtların tercümân ile anlarlar.”[14]


Gezileri boyunca Evliya bu lehçelerden kısa örnekler verir. Bunlar Sorani lehçesinde (Mifariqin yakınlarında konuşulan) bir kelime listesi, Cezire lehçesinde bir şarkı, Rojiki lehçesinde uzun bir şiir (esasında gramer olarak Türkçe ve yüksek oranda Ermenice kelimeler barındırmaktadır), Hakkari lehçesinde birkaç deyim ve Diyarbakır lehçesinde bir kasidedir.[15]

Tabii ki Miğdişi (ve Evliya’nın erken dönem diğer kaynakları) uzak geçmişte gerçekte ne olduğunu anlamamıza (kurmamıza) müsaade edecek türden kaynaklardan değildir. Yine de bunlar bize Evliya Çelebi zamanında Kürtlerin kendilerini nasıl algıladıkları ve elbette komşuları tarafından nasıl algılandıklarını konusunda bir fikir verirler.


Mesela, Evliya Çelebi, İslam öncesi dönemde Kürdistan’da egemen olan çeşitli İranlı hanedanlardan bahis eder. Kürdistan’ın bütün bölgeleri söz konusu hanedanlara aynı derecede bağlı değildir; bu hanedanların bazıları daha pozitif bir dille takdim edilirken diğerleri hakkında negatif bir dil kullanılır. Yine, Miğdişi’ye dayanarak Shahrazur ismini İranlı, efsanevi ejderha kral Zahhak’ın oğlu Zur’la ve Kerkuk’u; Zahhak’ın torunlarından Umayyad’u Marwan Himar’ın elinden geri alan Mugul Karkuk ile ilişkilendirir. Zahhak’ı yenen Demirci Kawa, Shahrazur sancağında ki bir isimde (Merkawe) yer alır.[16] Sadece efsanenin Şahname versiyonunda ayaklanmadan sonra kral olan Feridun’un ismi, Kürdistan’da herhangi bir yerle ilişkilendirilmez.(Zahhak ve Kawa efsanelerinin bu günkü Kürtçe versiyonlarında da Feridun’un bahsi geçmez.)


İslam’ın Kürdistan’ı fethi, değişik şekillerde Halife Umar ibn al-Hattab, Ali ve Umayyad ve güney Kürdistan’da belirgin bir tercih ile Ali ile ilişkilendirilir.

Çelebi’nin dediğine göre Diyarbakır (Amadiya) Ali tarafından halifeliği zamanında fethedilmiştir. Buna rağmen ismini daha önceki hakimi Anushirwan (Sasani I.Hüsrev)’ın oğlu İmdan’dan almıştır. Ali, 17. yüzyılda bir kuzenini, amcası Abbas’ın oğlu, Diyarbakır’a – Cizre, Hakkari ve Bitlis’te olduğu gibi - bey olarak atar, onlar da kendilerine Abbasiler derler.[17] Bir başka yerde, Sultan Evhedullah’ın adını ilk Kürt Abbasi olarak, yani Bitlis Abdal Han’ın ve diğer Kürt beylerinin atası olarak verir.[18]


Evliya tarafından ziyaret edilen Kürt emirlikleri


Evliya Çelebi, bir-iki emirlikten daha fazlasını ziyaret eden çok az sayıdaki Osmanlıdan biri olsa gerektir. Zamanının çoğunu Bitlis’te geçirmiş ve zamanın edebi temayülüne uyarak ( İdris Bitlisi, Şeref Han Bitlisi, Şükrü Bitlisi ve kimi başka yazarlar gibi) Bitlis hakkında yazarak Bitlis’in emirlikler arasında en medenileşmiş olduğunu belirtmiştir. Fakat Evliya Çelebi’nin yolu, Diyarbakır, Cizre, Hakkari ve Hasankeyf gibi diğer büyük emirlikleri de ziyaret eder ve Kürdistan’ın kuzey sınırındaki daha küçük emirliklerden, yani Çemişkezek, Sagman, Pertek, Palu, Çermik, Genc ve Atak’tan da geçer. İlk üçü (Osmanlılarla ilişkilerini değiştiren emirlikler hakkında Şerefname ilginç bir rakam verir) artık Kürtlerde değildir ama normal bir Osmanlı sancağı statüsündedir. Çelebi, Güney Kürdistan’da (ki Şerefname’nin pek bilgi vermez) Şahrazur’un (başkenti Kerkük) 18 normal sancağın yanı sıra iki tane de tümüyle bağımsız kazası (Gaziyan ve Mehrevan) olduğundan bahseder.[19]


Emirliklerin önemli kasabalarını anlatırken herhangi bir yerde gördüğü kasaba ve şehir anlatım kalıbını tekrarlamasına rağmen ayrıntıların derecesi bir yerden diğerine değişir. Genellikle şehrin Osmanlının egemenliğine geçişiyle neticelenen tarihi bir giriş yapar. Bunu hükümet ve idareyle ilgili bilgiler ve resmi makamların bir listesi takip eder. Ardından önemli yapılar, daima aynı düzende anlatılır: Kale ve şehir surları, camiler, medreseler, derviş tekkeleri, çeşmeler, özel konalar, çarşılar. Her anlatı, nüfus, yerel gelenekler ve kültür hakkında bilgi kırıntılarıyla son bulur.


Evliya Çelebi’nin en tafsilatlı anlattığı Kürt emirliği, Köhler’in ve Sakisian’ın özet çevirilerinden nispeten iyi bilinen Bitlis Emirliği’dir. Küçük emirliklerden bir tanesine örnek olması için Palu anlatımını burada özetliyorum: “…sene 921 târîhinde Selîm Hân vezîri Bıyıklı Mehemmed Paşa’ya hâkimi muti‘ olup yine kendüye mülkiyyet üzre vilâyeti ihsân olunup hâlâ Diyârbekir eyâletinde mü ‘ebbed hükûmetdir. Evlâd-ı evlâda mutasarrıf olurlar. Evâmirlerinde bunlara dahi Cem cenâb yazılır. Eyaleti mahsûlü kendülere hâss-ı hümayun ifrâz olunmuşdur. Taht-ı hükûmetinde timar ve ze‘âmet ve alaybeği ve çeribaşı yokdur. Hîn-ı gazâda hâkimi iki bin asker süvâr olur…Ve âsitâne tarafından yüz elli akçe kazâdır. Müftîsi ve nakîbü’l-eşrâfı ve kethüdâyeri ve yeniçeri serdârı ve dizdârı ve neferâtları yokdur. Ammâ muhtesibi ve şehir voyvodası vardır.”


“….Der-eşkâl-i kal‘a-i Palu: Murâd nehri kenarında hakkâ ki mânend-i Kahkahâ eflâke ser çekmiş bir seng-binâ bir küçük kal‘adır. Ammâ bir tarafdan havâlesi olmamağıla bir vechile zafer mümkin değildir. Hattâ Timur görüp aslâ mukayyed olamayup ubûr etmişdir. Derûn-ı kal‘ada İbrâhîm Beğ’den gayri askeriyle sâkin olur bir ferd-i âferîde yokdur. Ve sâkîn olmak da mümkin değildir zîrâ her bâr kal‘aya urûc etmede usret çekerler. Derûn-ı kal‘ada bir câmi‘ ve cebehâne ve mahzenler ve su sarnıçları vardır. Nehr-i Murâd’a nüzûl eder kayalar içre mestûr bir su yolu vardır….Nehr-i Murâd sâhilinde (…) bin aded tûrab ile mestûr (…) lı hâne-i ma’mûrlardır.”


“…Palu’nun garbında Ergani ve Eğil birer konakdır. Şimâlinde Harput bir menzildir. Kıblesinde Diyârbekir iki menzildir(….) Andan bu kal‘a-i Palu ensesinde Bağın nam bağı İrem-misâl bir köydür. . Kürdîstân içre meşhûr-ı âfâk bir mesîregâh [u] teferrücgâh hıyâbân-ı kuyâhdır. Kim Palu beğlerinin hassıdır. Andan bir nehr-i zûlal bir kayadan tulû‘ eder âb-ı hayâtdan nişân verir. Şattü’l Arab’ın üç başı vardır. İbtidâsı budur kim edîm-i arzda lâ nazîr bir nehri âb-ı hayvândır.”[20] [21] [22]


Bu satırlar tek başına ilginç olmayabilir ama diğer kaynaklardaki bilgilerle ilişkilendirildiğinde Evliya Çelebi’nin gözlemleri, arşiv belgelerine renk ve yaşam katar. Seyahatname’nin tamamında emirlikler üzerine yaptığı bütün gözlemler sistematik bir analize tutulduğunda emirlikler arasındaki fark hakkında daha iyi bir fikir edinilebilir. Evliya Çelebi tarafından sunulan zengin detaylı malzemeye başka bir örnek de, aşağıda ki kısımda ele alınan Diyarbakır ile (yayımlanmamış) ilgili bölümlerdir.

Evliya Amadiya’da


Amadiya, Kürt emirlikleri arasında en özerk ve en güçlü olarak öne çıkar. Evliya Çelebi, diğer herhangi bir Osmanlı eyaletinde olduğu gibi buranın da bir dizi sancağa ayrıldığını gözler, fakat memurluklara yapılan atamalar sultan tarafından veya Irak’taki uygulamanın tersine Bağdad valisi tarafından değil, Amadiya hanı tarafından yapılmaktadır. Sipahi ordusunu besleyecek Osmanlı tımar, zeamet sistemi veya yeniçeri birlikleri ya da eyalette başkaca Osmanlı askeri görevlisi yoktur. Önemli politik müzakerelerde(divan) Amadiya hanı, atanmış biri olan Şahrazur valisinin hemen altında oturmaktadır yani statüsü validen çok az düşüktür. Osmanlının Irak’taki askeri operasyonlarına – Irak’ın, İran kontrolüne geçmesinden sonra geri alınması için yapılanlar– han, silahlı adamlarıyla beraber katılmak durumundadır; Amadiya ve Sahrazur öncü kuvvetleri oluşturmaktadırlar ve birlikler Diyarbakır eyaletinden geçerken de artçı kuvvetleri oluşturuyorlardı.


Amadiya eyaletinin(Bahadinan) sancakları da – Evliya Çelebi, bunlar arasında Akra, Şihoyi, Zaho, Duhok, Muzuri and Zibari’yi sayıyor – özerk, babadan kalan unvanları şekilsel olarak Amadiya hanı tarafından onaylanan beylerin yönetimindeydi. Ayrıca büyük aşiretlerin reislerinin pozisyonları resmileşmişti; Çelebi, Sindi ve Selvane aşiret reislerinin Zaho beyinden resmi tanınma beklediklerinden de bahsediyor.[23]


Evliya Çelebi’nin biraz vakit geçirdiği Amadiya vilayetinin – ki zamanın vilayet yöneticisi Seyyid Han onu Musul kapısı yakınlarında Muzuri Beyinin sarayına yerleştirmiştir- baş kentinde tipik şehirli bir nüfusu vardır. En göze çarpan unsurlar hanın kullarından (nöker) oluşan ve giysilerinden tanınan daimi ordudur. (Aşiret ordularından farklı olarak sadece savaş zamanı toplanmıyorlardı). Ayrıca tüccarlar vardır. Bunlar mütevazı tüccarlardı ve Diyarbakır, Musul ve Bağdad’takilerden farklı olarak uzun mesafe ticaretiyle uğraşmıyorlardı; Bağdat’la ve Kürdistan’ın kasabalarıyla ticaret yapıyorlardı. Üçüncü grup ise Evliya’nın pek az bilgi verdiği zanaatkarlar ve esnaftır (bunlardan bazıları çizgili şal u şapik giyiyorlardı). Evliya Çelebi’yi en çok etkileyen ve kalabalık bir grup oluşturan ulemaydı. Bunlar, hepsi silahlı, kemerlerinde enli hançerler taşıyan, savaşçılıklarıyla övünen ve savaş için tutuşan adamlardı.

Ulemadan biri, Evliya’nın kültürel hayatla ilgili bilgi aldığı Molla Şirwi’ydi. Evliya, Amadiya’nın Kürt kültürünün önemli merkezi olduğunun farkındaydı. Kürt lehçeleri üzerine uzunca bir girişten sonra, Cizre ve Şirvan lehçelerinin diğerlerine göre en rafine ve kibar olduklarını belirttikten sonra (günümüz Türkçesi ile) “en edebi Kürtçe Amadiya Kürtlerinin konuştuğu Kürtçe’dir” der.


Amadiya Kürtçesine örnek olarak, yerel ulemadan Molla Ramazan Kürdiki’nin aşağıda birkaç beyitini verdiğimiz kasidesini alıntılar:


Reyi li Asef diken walih û heyranê ‘işq

Dersê Aresto diden serxweş u sekranê ‘işq

‘Eqlê kul er bête nîv mektebê ‘işqî demek

Dê bibitin mezhekî tiflê hewesxanê işq[24]


Evliya’nın transkripsiyonunu yaptığı bu kaside muhtemelen mevcut en eski Kürtçe şiirdir, çünkü benim bildiğim erken döneme ait Kürtçe el yazması şiirler, çok daha sonraki tarihlerde yazılmıştır. Evliya’ya göre onun Amadiya’da karşılaştığı zengin Kürt şiirinden tek bir örnektir. Belli ki bölgenin kargaşalı tarihi boyunca daha büyük kısmı kaybolmuştur. Evliya’ya dayanarak Melaye Ceziri’nin nadir bir örnek olmadığını ama Kürtçe tasavvufi şiirler yazan, uzunca bir dönem etkili olmuş çok geniş bir çevrenin en çok, belki de en iyi, anılan şairi olduğunu düşünmek mümkündür.


Kürt tarihi çalışmalarında nasıl ilerleme sağlanabilir?


Şerefname Kürt tarihi ile ilgili en önemli ve tek kaynaktır ama tam olarak anlaşılabilmesi için bulabildiğimiz çağdaşı diğer tarihleri bilmek gerekir. Katib Çelebi’nin Cihannüma’sı ve Mustafa Kazvini’nin daha eski tarihli Nuzhat al-kulub’u coğrafi referanslar olarak vazgeçilmez kaynaklardır; tarihi bağlamda Şerefname’nin aynı dönemle ve bölgeyle ilgilenen, büyük İran ve Osmanlı tarihi çalışmalarıyla mukayese edilmesi gerekir (özellikle Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekriyya’sı, Hasan Rumlu’nun Ahsan ül-tevarih’i, İskender Münşi’nin Tarih-i ‘alam-ara-yi ‘Abbasi’si ve Na’ima Tarihi. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin sistematik analizi - güçlükle başlanan - Şerefname’deki bilgileri desteklemekte yararlı olacaktır.


Yine de geriye yapılacak iş kalır. Aslında Şerefname Kürt halkının değil, Kürt hanedanlarının tarihidir. Yukarıdan bir bakışı vardır ve erkeklerin ve (özellikle)kadınların sıradan hayatları hakkında değerli olabilecek pek az şey söyler. Aynı şey Osmanlı ve İran kronikleri için de geçerlidir. Sosyal ve ekonomik tarih için başka kaynaklar bulmalıyız. Evliya’nın Seyahatname’si ise pek çok Osmanlı çalışmasına kıyasla daha az seçkincidir (elitist) ve 17.yüzyılın günlük yaşamı için kaynak olarak kullanılabileceği uzun zamandır bilinmektedir. Elbette, şimdiye kadar ortaya çıkarılmamış ya da az tanınan başka zengin kaynaklar da vardır. Osmanlı arşivleri demografi ve ekonomik tarih üstüne zengin malzemeler ihtiva eder ki bunlardan bazıları son zamanlarda basıldı (bkz. Binark, Göyünç, Hütteroth, İlhan, Sevgen, Ünal, Yınanç). Kürt tarihçilerinin kullanmakta zorlandıkları bir başka kaynak kategorisi de komşu Hıristiyan halkların yazdıklarıdır. Müslüman kaynaklarda olmayan siyasi bir itaat durumunu yansıtan Hıristiyan yazarlar, o dönemin aşağıdan bakışını yansıtırlar. Scher(1910) ve Sanjian(1969) Arami ve Ermeni kroniklerinde Kürt tarihiyle ilgili ne kadar çok malzeme bulunabileceğini göstermişlerdir. Bu dillerin uzmanları ile yapılacak işbirliği Kürt tarihçiliğine ciddi katkı sağlayacak gibi gözüküyor.



.



[1] Çevirenin Notu: İş Bankası Yayınları tarafından 9 cildi yayınlanan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Kürdistan ifadesi kullanılmaktadır.

[2] Seyahatname’nin ilk üç cildi bölümler halinde E.J. Brill tarafından Leiden’da basılmıştır. Bunlar Evliya’nın Kürdistan gezilerini içerir: Martin van Bruinessen & Hendrik Boeschoten(ed), Evliya Çelebi in Diyarbekir(1988); Robert Dankoff(ed), Evliya Çelebi in Bitlis(1990); Korkut M. Buğday(ed), Evliya Çelebis Anatolienreise (1996)

[3] Evliya’nın gezi yolları Dankoff & Kreiser 1992 tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir.

[4]Bak van Bruinessen & Boeschoten 1988, Dankoff 1990. Evliya’nın Bitlis anlatımı ve Kürt beyi Abdal Han’a duyduğu samimi hayranlık gibi konular Köhler(1928), Sakisian(1937) ve van Bruinessen(1992) tarafından çalışılmıştı.

[5]Evliya’nın Sincar Yezidilerini ve Firari Mustafa tarafından mağlup edilmelerini anlatışı, ilk basımdan sonra Menzel (1911) tarafından çevrilmişti.

[6] Üçdal Yayıncılığın Seyahatname’sini kullanan Lale Yalçın-Heckmann (1991:56) Şeref Han ve Sevgen’in (1968-71) yayımladığı Osmanlı dokümanlarının tersine, yerel politika ve Hakkari aşiretleriyle ilgili ilginç antropolojik bilgiler verir.

[7] Meşkure Eren(1960) Evliya’nın ilk ciltte İstanbul’la ilgili kullandığı çok sayıda yazılı kaynağı belirler. Burada ona bir Hıristiyan kitapçı tarafından okunan Yunanca kaynaklarda vardır. Diğer ciltler için benzer araştırmalar henüz yapılmadı ama Eren’in çalışması, Evliya’nın Kürt tarihiyle ilgili kullandığı kaynaklar için iyi bir göstergedir.

[8] Bu ilişkilerin pratikte (resmi kuralların tersine) nasıl yürüdüğüne dair tabii ki sayısız Osmanlı belgesi vardır fakat bunların çözümü güçlükle başlamıştır. Evliya’nın gözlemlerini doğrulayan ilginç bir çalışma Kunt(1991)’un Diyarbakır valiliği hesap defteri analizidir.

[9] Osmanlılarla olan bu savaş çeyrek asır sonra unutulmamıştır ve Evliya, Safavi işgal döneminden sonra kasabaların Hüsrev Paşaya boyun eğmelerini bununla ilişkilendirir. O dönemdeki olayların özeti için bak Longrigg 1925, s.56-68.

[10] Maalesef henüz Cihannüma’nın çözümlemesini yapan bir baskı yapılmamıştır. İbrahim Müteferrika tarafından basılan yararlıdır fakat bilimsel açıdan yetersizdir. Osmanlı-Safevi ilişkileri üstüne sivrilmiş bir tarihçe olan Jean-Louis Bacqué-Grammont bu çalışma üstüne bir kritik yazmayı düşündüğünü belirtmişti.

[11] Bağdad K.305, varak 219a.

[12] Evliya bir çok yerde ki Yezidiler söz konusu eder, sadece Sincar’da kilerden değil(Menzel 1911), Bitlis ve Hakkari(Dankoff 1990)’de kilerden de bahis eder. Kürdistan ve diğer yerlerdeki heterodoks mezhepler için bak Bruinessen 1997.

[13] Bu isim Makdisi’nin bir varyantı olarak ortaya çıkıyor ve bu yüzden bu yazarın Kudüslü olduğu, orada yaşadığı veya Kudüs’e bir hac gezisi yaptığı sanılıyor. Evliya’nın Miğdisi’si Makdisi olarak bilinen Arap tarihçileden biri kesinlikle değildir ve Evliya’nın aktardığı hikayeler büyük Ermeni kroniklerinden herhangi birine uymaz. Bazı bağlamlarda Evliya’nın Miğdişi’yi Ermeni ruhbanın genel adı olarak kullandığı anlaşılıyor.Cf. Dankoff 1986.

[14] Cudi, Kur’an’a göre Nuh’un gemisinin karaya oturduğu dağın adıdır. Genellikle Cizre’nin güneyindeki aynı isimli dağ ile bir tutulur. Sincar Dağı da “Sel” efsansiyle ilişkilendirilir: Cudi’ye varmadan önce Nuh’un gemisi, omurgası Sincar’ın tepesine sürtündüğünde hasar görür.(Evliya tarafından anlatılan bu hikaye, içinde bulunduğumuz asırda Yezidilerden dinlenip kayda alınmıştır Wigram & Wigram 1914: 336). Mifarikin(keza Mayyafarikin, halen Silvan) bir Kürt hanedanın başkentiydi, 10-11. yüzyıllarda hüküm süren Mervaniler,bak. al-Fariki 1984.

[15] Seyahatname IV, Ms. Bağdad Köşkü 305, varak 218b-219a. Evliya aynı hikayenin değişik varyantlarını verir varak 212b, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden 4490 yıl öncesine tarihlenen “Sel” ve Melik Kürdüm’ün Nuh Peygamber hayatta iken Cudi’nin ilk beyi olması. Varak 219a da ki bölümler Kürt lehçelerinin bir dökümüyle ve Evliya’nın Mifarikin yakınlarında kaydettiği bir Kürtçe örneğiyle devam eder(analizi için Bruinessen 1985).

[16] Bruinessen 1985; Dankoff 1991: 127-8

[17] Bağdad K. 305, varak 372a-b.

[18] Bağdad K. 305, varak 376b.

[19] Bağdad K. 305, varak 370b.

[20] Bağdad K. 198a, 198b, 221b, 222b, 224a, 225a, 226a, 233b. Evliya Awhadullah’ın ismini Bitlis’te ‘Abdal Khan’dan duyduğunu ima eder, fakat bu soy Şerefname’de belitilen herhangi bir soylu figürün ismiyle uyuşmamaktadır. Cf. Bruinessen & Boeschoten 1988: 244.

[21] Maaş kadının yargısına verilen öneme işaret etmektedir. Diyarbakır merkezde kadısının maaşı 500 akçe idi.

[22]Müftü ve nakib al-aşraf merkezden atanan dini memurlardı. Onların olmayışı Palu’nun Osmanlı dini hiyerarşisinin dışında kaldığını gösterir, ama kadı, Palu beyi tarafından ya da başka şekilde tayin edilebiliyordu. Bey gelirlerini şehir voyvodası topladığı için muhtemeln onun tarafından atanıyordu.

[23] Bağdad K. 305, varak 84b-85a. Cf. Bugday 1996 : 240-243. Seyahatname’de çeşitli pasajlarda Evliya Palu üzerine ek bilgi verir.

[24] Bağdad K. 305, varak 377a-b.